RomA – AmoR ve cantucci tarifi

20130807_140040_resized Bu yıl bizim kızların isteği üzerine tatilimizi Roma’da geçirdik. Bu fikir aslında geçen kış hep beraber “Ye – Sev – Dua et” filmini izledikten sonra oluştu ve  10 günlüğüne Roma’ya gidip bu güzel şehri gezmek, boş zamanlarımızda da leziz yemekler yemek, nefis dondurmalar tatmak isteği hepimizi sardı. Tek sorun tatilimizin Temmuz ayının ortalarına denk düşmesi ve bu mevsimde Roma’nın epey sıcak olması konusundaki uyarılardı. İzmir gibi bir şehirden oraya gittiğimize göre bunun pek sorun olmayacağını düşünmüştük ama Roma’nın meşhur nemli sıcağı bizi epey zorladı. Öğlen saatlerini kiraladığımız eve dönerek ya da nispeten serin ve gölgeli bir restoranda dinlenerek geçirmeye çalıştık. Şehri gezmek için zaten en uygun saatler sabahın erken ya da akşamın geç saatleri. Çünkü günübirlik turlarla gelenler genelde öğlene doğru gelip akşam saatlerinde şehirden ayrılıyorlar. Böylece hem aşırı kalabalıktan hem de sıcaktan biraz olsun korunmak mümkün. Roma pahalı bir şehir gibi görünse de Roma’da kesinlikle para harcamayacağınız 3 şey var.
Kiliseler: Roma’nın her tarafı hem mimari açıdan, hem içindeki sanat eserleri açısından çok önemli Kiliselerle dolu. İtalya’nın başka herhangi bir şehrinde ya da bazı avrupa şehirlerinde böylesine önemli kiliseleri gezmek için giriş ücreti ödemeniz muhtemeldir. Ama Vatikan’ın Roma sınırları içinde yer alması ve her yıl binlerce hıristiyan’ın bu şehre hacı olmak için gelmesi sebebi ile Roma’daki tüm kiliseler ücretsiz gezilebiliyor. Vatikan’daki San Pietro bazilikasını gezmek için her ne kadar 1 saat kadar sıra beklemek gerekse de giriş ücretsizdi. Ve içerideki ihtişam inanılmazdı.
Çeşmeler: Roma imparatorluğundan beri aynı bizdeki Hayrat çeşmeleri misali hali vakti yerinde olan kişiler şehrin pek çok yerine fıskiyeli havuzlar ve çeşmeler yaptırmışlar. Bunların pek çoğunu da Bernini gibi meşhur sanatçılara yaptırmışlar. Yani bu usta sanatçıların eserlerini görmek için para ödemenize gerek yok. Bu fıskiyeli havuzların da çoğunun suyu içilebilecek kadar temiz. Bunun sebebi de Roma şehrinin müthiş su kaynakları üzerine kurulmuş olması ve çeşmelerden akan suyun da bu temiz kaynaklardan geliyor olması.

DSCF1038 Su: Roma’lılar fıskiyeli süs havuzlarının yanısıra şehrin her tarafını su içmek için çeşmelerle de donatmışlar. Şehrin sokaklarında dolanırken adımbaşı rastlayacağınız bu çeşmelerden eğilip su içen her yaş ve statüden insanla karşılaşabilirsiniz. Aşağı doğru bükülmüş olan çeşmenin ucunu bir parmağınızla kapatınca borunun üst kısmındaki bir delikten su ileri doğru fışkırmaya başlıyor ve buradan rahatlıkla su içebiliyorsunuz. Üstelik su sürekli aktığı için buz gibi… Biz yanımızda sürekli küçük bir plastik şişe taşıdık ve gördüğümüz çeşmelerden su doldurarak  günlük ihtiyacımızı giderdik. Bunun bizi ne kadar büyük bir masraftan kurtardığını bu tür şehirlerde gezmiş olanlar bilir. Fırsatçı sokak satıcıları küçük bir şişe su için bazen 2.- Euro’ya kadar ücret talep edebiliyorlar! Su olayı o kadar önemli ki umumi tuvaletlerdeki lavaboların suyu içilemiyorsa tuvalete ayrıca içme suyu akıtan özel bir alet bile koymuşlardı (Vatikan müzesi tuvaletleri).

Daha önceki Barselona yazımda olduğu gibi yine maddeler halinde yazacağım. Roma büyük bir şehir ve herkesin her yeri görmesine imkan yok.  4 kişilik bir aile ile seyahat edince herkesin isteklerine uyabilmek için biz yelpazeyi epey geniş tuttuk ve normalde Roma’ya birkaç günlüğüne giden turistlerin pek uğramadığı hayvanat bahçesine bile gittik. Ama pek çok kişinin mutlaka görmeyi düşüneceği Capitoline müzelerini ziyaret edemedik. Ben burada bizim gezip gördüğümüz ya da az çok fikir sahibi olduğumuz konularla ilgili yazacağım. Yazının tamamını okuyabilir ya da sadece ilginizi çeken maddeleri dikkate alabilirsiniz.

Ulaşım: İzmir’den ne yazık ki direkt giden bir havayolu bulamadık. Birikmiş millerimizi kullanmak istediğimiz için önce Türk Hava yollarını aradık ama millerimizle satın alabileceğimiz koltuk sayısının (yeterli milimiz olduğu halde) 2 ile sınırlı olduğunu öğrenince THY’na sinirlenip Pegasus ile uçmaya karar verdik. İlk kez Sabiha Gökçen aktarmalı olarak uçtuk ve çok memnun kaldık.  Aktarmalı uçuşlarda aradaki zamanınız az ise havalimanının çok büyük olması sorun yaratabiliyor.  Sabiha Gökçen bu açıdan çok uygun bir havalimanı. Hem her türlü konfora sahip yepyeni bir bina hem de her yerine kolaylıkla ulaşılabiliyor. Pegaus bağlantılar konusunda bizi hiç üzmedi tüm uçuşlarımız vaktinde kalktı ve fazla beklemeden diğer uçuşumuza yetiştik. Roma’da Lazio bölgesinde bir ev kiralamıştık ve ev sahiplerimizden havalimanından kalkan direkt bağlantılı bir tren olduğunu öğrenmiştik.  Havalimanından şehir merkezine giden trenler normal şehiriçi tarifesinden farklı olarak 8.- Euro çünkü Fumicio havalimanı şehrin epey dışında.. Şehiriçinde ise otobüs ve metrolarda aktarmalar dahil 100 dakikalık bir bilet 1,5.- Euro.  Günlük sınırsız bilet 6.- Euro. Bunun dışında 3 günlük ve 7 günlük tarifeler var. 10 yaşına kadar tüm çocuklar neredeyse her yerde ücretsiz seyahat ediyor. Yani tam anlamı ile Bambini sever bir ülke. Havalimanından Tren bağlantıları oldukça iyi ve konforluydu. Trenler için biletinizi önceden alıp binmeden önce her peronda bulunan makinelerden birine damgalatmayı unutmayın. Yoksa aldığınız biletin hiçbir anlamı kalmaz, bir kontrol olursa ceza yersiniz. Eğer ille de taksiye bineceğim derseniz Fumicio havalimanı için fix tarifeler var. Gideceğiniz bölgeye göre 40.- / 50.- Euro ödemeniz gerekebilir.  Metro ve otobüs biletlerinizi ise her metro istasyonunda ve bazı otobüs duraklarında bulunan makinelerden alabilirsiniz. Her otobüs durağında makine bulunmadığından bir sonraki yolculuğunuz için cebinizde fazladan bir bilet bulundurmakta fayda var.

Konaklama: Son yıllarda yaptığımız tüm seyahatlerde olduğu gibi bu sefer de bir apart daire kiralamayı tercih ettik. Bu kez http://www.housetrip.com üzerinden  http://www.housetrip.com/de/ferienwohnungen/107829 bağlantısından fotoğraflarını görebileceğiniz 2 odalı daireyi tutmuştuk. Havalimanı ile tren bağlantısı şehir merkezine otobüs ve metro bağlantıları için mükemmel konumda bir daireydi. Yüksek sezonda 1 gecelik konaklama yaklaşık 94.- Euro. Lazio bölgesinin alışveriş caddesi Libia street üzerinde İtalya’da görebileceğiniz tüm markaların mağzaları (Benetton, stefanel, yamamay, coin vs.) harika bir fırın ve bir pastane ayrıca birkaç süpermarket ve bir de her gün açık olan üstü kapalı bir mercato / pazaryeri vardı. Alışveriş için gayet yeterliydi. Apart dairede kalınca canımızın istediği saatte kahvaltı yapıp, restoranlardan sıkıldığımızda evde yemek yapma şansımız oldu. Çocuklarla seyahat edince bu gerçekten büyük bir ihtiyaç olabiliyor.

Alışveriş: İtalya denildiğinde ilk akla gelenler pizza, makarna ve dondurma ise arkasından da alışveriş geliyor galiba. Biz pek takılmamaya çalıştık ama havalimanındaki taxfree kuyruğunu görünce bu meselenin bazı kişiler için ne kadar önemli olduğunu anladık. Zincir giyim mağzalarının istilasına uğramış 3 km uzunluğundaki via del Corso’yu ilk gün komple yürüdük ve inanın kayda değer birşey göremedik. Arka sokaklarına dalmak daha eğlenceli. Yine o civardaki Via Condotti ve onun paralelindeki birkaç sokak inanamayacağınız kadar pahalı butiklere ev sahipliği yapıyor ve alışverişten çok vitrin bakma keyfi yapılıyor. Roma belediyesi çok yerinde bir kararla şehiriçinde büyük alışveriş merkezleri yapılmasına izin vermiyor. Bu şekilde yerel küçük işletmeleri, özel butikleri, tasarımcıları korumaya çalışıyor.  Var olan birkaç büyük alışveriş merkezi de şehrin dış mahallelerinde bulunuyor. Biz ise halen şehir merkezindeki parkları, okulları, stadyumları yıkıp AVM yapma telaşındayız..Ne diyelim.. Darısı bizim yöneticilerimizin başına!!

MFY_3628

Ama eğer evinize bir espresso cezvesi almayı düşünüyorsanız 1000’lerce model arasından seçim yapabileceğiniz bir yer burası. Biz evimizde bir makine olduğu halde sunumlardan etkilenip bir tane aldık. Bu arada bir marketten aldığımız Lavazza’nın espresso kahvesine de bayıldık. Espresso’nun yanında ya da meşhur tatlı şaraplarının yanında ikram edilen bademli biscotti kurabiyesi “cantucci” tarifi de aşağıda.. MFY_3822 Piazza Navona: Roma’nın belki de en meşhur meydanlarından biri olan Navona meydanı’nın bulunduğu yerde daha önce bir Stadyum bulunduğundan meydanın çok düzgün bir oval şekli var. 17. yüzyıl ortalarında Roma’nın pek çok yerinde olduğu gibi papalardan biri meydanın ve etrafının düzenlenmesi işini o dönemin en meşhur sanatçılarından Bernini’ye vermiş.  Meydan’ın tam ortasında bulunan Fontana dei Quatro Fiumi (dört nehir çeşmesi) de Bernini tasarımı. Her figür, yapıldığı dönemde (1651’de) dünyanın dört büyük nehri olduğu düşünülen nehirlerden birini temsil etmekte. Afrika kıtasını temsilen Nil Nehri, Avrupa kıtasını temsilen Tuna nehri, Asya kıtasını temsilen Ganj nehri, Amerika kıtasını temsilen de Plate nehri’ni simgeleyen figürler ve bu figürlerin tam ortasında bence aslında oraya pek yakışmamış olan bir  Mısır obeliski bulunuyor. Bu meydanın ortası gece gündüz çalışan sokak sanatçıları ile dolu. Eğer bir karikatürünüzü çizdirmek istiyorsanız 10 – 20.- Euro, bir portre çizdirmek istiyorsanız en az 40.- Euro’yo gözden çıkarmalısınız. Meydanın etrafında ise irili ufaklı onlarca cafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanı var. Roma’da rastladığımız en iyi 2 oyuncak mağazasının da bu meydanda olduğunu yazayım ki çocuklu aileler nereye gideceklerini bilsinler. Meydanın hemen etrafındaki restoran ve cafe’ler çok hoş olmakla beraber arka sokaklarda bulunan cafe/restoranların fiyatlarının daha makul olacağını yazmama gerek var mı bilmiyorum.. MFY_3600 Piazza Venezia: Kaldığımız evden en kolay otobüs bağlantısı bizi direkt olarak Piazza Venezia’ya getirdiği için neredeyse her gün bu meydandan geçtik. Meydana hakim bir görüntüsü olan Vittorio Emanuele anıtı / kısaca Vittoriano ya da meçhul asker anıtı 19. yüzyılda kurulan italyan birliğinin anısına yapılmış yani aslında Roma’daki en yeni eserlerden biri. Bence anıtı yaptıran yöneticilerin bir tür aşağılık kompleksi varmış ve en büyük eseri yapalım diye ciddi bir çaba harcanmış.  Amerikalılar bu anıtla “düğün pastası” diyerek inceden dalga geçerlermiş. Doğrusu anladığım kadarı ile Romalılar da pek sevememişler bu eseri.. Terasına çıkınca (asansöre binmek şart değil bence) hoş bir Roma manzarası var. Bu anıtın en kötü özelliği hemen arkasında yer alan Roma imparatorluğunun kalbi olan Capitoline tepesini görünmez kılması. Bu tepenin adı “dünyanın başı” anlamına gelen “caput mundi” den geliyor ve bugün ingilizcede başkent anlamında kullanılan “capital” kelimesi de bu iki kelimeden türemiş. Bu tepe Roma imparatorluğunun ruhani ve siyasi merkezi olup tepenin hemen arkasından başlayan “Roman Forum” (Antik Roma kenti) kalıntıları ilerideki Colosseum’a kadar devam ediyor. Bu tepenin üzerinde  bulunan karşılıklı iki saray binasında daCapitoline müzeleri bulunuyor. Antik heykellere meraklıysanız şehirdeki en iyi müzelerden biri olduğu söyleniyor. Biz buraya girmedik. Bu tepede ayrıca Roma’nın kuruluş hikayesinde bahsi geçen Remus ve Romulus kardeşleri emziren dişi kurt heykelini de görebilirsiniz Ama öyle çok büyük birşey beklemeyin epey küçük bir heykel. Yine Vittoriano’nun gölgesinde kalan bir bina da Santa Maria in Araoceli kilisesi, dik merdivenlerle ulaşılan Roma’nın en eski bazilikalarından biri.  Vittoriano anıtının terasından da ulaşılabiliyor. Piazza Venezia’da bulunan Palazzo Venezia bir dönem Mussolini’ye de ev sahipliği yapmış. Şimdilerde  ise 15. yüzyıla ait dini eserler, bronzlar, silahlar ve manastır eczanesinden kaplar görebileceğiniz bir müze’ye ev sahipliği yapıyor. Biz girmedik.

Piazza del Popollo: Piazza Venezia’dan başlayan Via del Corso caddesi yaklaşık 3 km boyunca dümdüz devam eden, üzerinde başta İtalyan giyim markaları olmak üzere her türlü markanın mağazalarının bulunduğu bir cadde. Bu caddeyi sonuna kadar yürüdüğünüzde Piazza del Popollo yani “Halk meydanına ulaşıyorsunuz”.  Papa lll. Paul (yine bir Papa) tarafından düzenlemesi yaptırılan bu meydan yine oval biçimli ve ortasında da yine bir havuz var. Bu meydanın Roma’nın merkezi olduğu söyleniyor. Meydanın bir ucunda bulunan heybetli giriş kapısı “Porta del Popollo” yine Bernini’nin eseri. Zaten Bernini Roma’nın yarısını inşa etmiş desek yeri var. Barselona için Gaudi neyse Roma için Bernini o demek.

Campo de’Fiori: bu sevimli meydanın ortasında her gün sabahtan öğlene kadar bir sebze meyve pazarı kuruluyor. Civarda orjinal birkaç mağaza da var. Bu bölge şehrin eski işçi mahallesine bağlandığından fazla lüks olmayan bir mahalle ama bence giderek turistikleşiyor.  Navona meydanı ile Campo de’Fiori arasında kalan ara sokaklarda kaybolmayı göze alarak dolaşmak çok keyifli. MFY_3679 İspanyol Merdivenleri ve Piazza di Spagna: Meydan ve merdivenler adını 17. yüzyıldan beri orada bulunan İspanyol Büyükelçiliğinden alıyor. Bu arada Büyükelçilik demişken ilginç bir bilgi de vereyim, Roma’da pek çok ülkenin iki büyükelçiliği bulunuyor. Biri İtalya için diğer Vatikan için. Vatikan ülkesinin toplam yüzölçümü 1.5 km2 olduğundan bu ülkenin büyükelçilikleri de Roma’da bulunuyor. İspanyol merdivenleri pek çok filmde başrol oyuncularını ağırladığından olsa gerek fazlasıyla(bence çok da görkemli bir halleri yoktu) bir üne kavuşmuş. Merdivenler aslında Pincio tepesinde bulunan Trinita dei Monti kilisesine ulaşmak için yapılmış ve bu kilise Fransızlar tarafından yaptırıldığından İspanya ile bir alakası yok. Merdivenlerin asıl adı da Kilise ile aynı adı taşıyor ama her nedense bu merdivenlerin adı İspanyol merdivenleri olarak kalmış. Merdivenlerin hemen önündeki fıskiyeli Havuz baba Bernini’nin son eseri ve 1598 Noel günü meydana gelen büyük sel felaketinin anısına bir tekne şeklinde tasarlanmış. İspanyol Meydanı Roma’nın en pahalı mülklerinin bulunduğu meydanmış. Zaten etraftaki lüks mağazalardan da anlaşılıyor.  Bu meydandan başlayan via Condotti de en lüks markaları birarada bulabileceğiniz bir sokak. Sokağın hemen başlangıcında bulunan “Cafe Greco” İtalya’nın en iyi espresso’sunu yapma iddiasında. Küçücük bir dükkan olduğu ve içerisi tıklım tıklım turistlerle dolu olduğundan biz orada kahve içmeyi tercih etmedik. MFY_3659 Trevi Çeşmesi: Biz dondurmacı San Crispino’yu ararken ara sokakların birinden karşımız çıkıveren bu çeşme’nin Fontana di Trevi olduğunu hemen anladık.  Etrafında müthiş bir kalabalık, bir kısım insan çeşmeye para atarak Roma’ya bir daha gelmeyi garantilemeye çalışırken bir kısım da onların fotğrafını çekmeye çalışıyor. İşte burası ancak Trevi çeşmesi olabilirdi. Bir Barok sarayın arka duvarına inşa edilen Çeşme adını o zamanlar bu minik meydana çıkan “3 yoldan alıyor. Tre (üç) Vi ( via yani yol) şimdilerde bu meydana ulaşan yolların sayısı artmış (sanırım 5 olmuş) ama meydan fazla büyük değil ve kalabalıktan dolayı insana sıkıntı veren bir ortam var. Okyanusları ve okyanusun hallerini sembolize eden figürlerle süslü bu Çeşme’yi yine Bernini’nin tasarladığını söylemeye gerek yoktur sanırım..

Trastevere ve Porta Portese bit pazarı: Roma’da bir akdeniz kentinde olduğunuzu en çok hissedeceğiniz bölge aynı zamanda şehrin en iyi restoranlarının da bulunduğu trastevere bölgesidir. Burada her zevke ve her keseye uygun onlarca restoran ve lokanta var. Walkingtours rehberimize akşam için bir restoran tavsiyesi sorduğumuzda da bize tek verdiği cevap “trastevere”ye gitmelisiniz oldu. Bizim Trastevere ile ilk buluşmamız sabahın erken bir saatinde oldu. Çünkü her pazar burada kurulan bit pazarı için erken saatlerde gelinmesi tavsiye ediliyor. Biz de tavsiyelere uyup sabah 7.30’da yollara düştük. Yol üzerindeki bir pastanede yaptığımız bir italyan kahvaltısından sonra (kahve+çörek) bit pazarına ulaştığımızda pek de matah bir pazar olmadığını farkettik. Pazarın büyük bir bölümü aşırı turistik, çoğu çakma olduğu anlaşılan tekstil ürünleri ile bizim bostanlı pazarını andırıyordu. İkinci el eşyaların, kolleksiyon madeni paraların ve hatta oyuncakların satıldığı bölüm ise ne heyecan verici olmaktan çok uzaktı.

Termini: Roma’nın merkez tren istasyonu ve istasyonun bulunduğu bölge.  Tren istasyonunun hemen önünde de pek çok otobüs’ün ana durağı var.Civar semtleri yoksulluğun gözle görüldüğü insanın kendini pek de emniyette hissetmediği sokaklarla dolu. Özellikle gece geç saatlerde dolaşmak için pek uygun bir semt değil. MFY_3782 Vatikan: Roma şehir merkezi’nin tam karşısında Tiber nehrinin batı kıyısında bulunan Vatikan şehri 1929’da bağımsız bir devlet olmuş. Toplam yüzölçümü 1,5 km2 civarında olan bu devletin kendisine ait bir radyo istasyonu, günlük gazetesi, posta hizmetleri,ve tuhaf giyimli muhafızlardan oluşan bir güvenlik ordusu bulunmakta. Bu arada muhafızların komik kıyafetlerine bakıp onları hafife almayın. Vatikan ülkesinde kurallara uygun olmayan en ufak hamlenizde gözünüzün yaşına bakmayacaklarından emin olabilirsiniz.

Castel Sant’Angelo: Tiber nehrinin üzerindeki melekler köprüsünden Vatikan’a doğru ilerlerken karşınıza çıkan bu heybetli kale kuşatma zamanlarında Papaların kaçmasına olanak sağlayacak şekilde Vatikan’a yeraltı koridorlarıyla bağlıymış. Şimdilerde içerideki zindanları da görebileceğiniz bir müze.

Piazza San Pietro: Muhtemelen sadece Roma’nın değil tüm dünyanın sayılı meydanları arasında yer alan bu meydan da (tabii ki) Bernini tarafından tasarlanmış.  San Pietro Katedralinin iki yanından çıkan sütunlardan oluşan sembolik kolları ile tüm dünyayı kucaklaması istenmiş.  San Pietro Bazilikasını görmeyi düşünüyorsanız bu meydanda zaten epey vakit geçireceksiniz demektir. Biz öğlen sıcağında yaklaşık 1 saat sıra bekledikten sonra girebildik. Bu arada giriş ücretli değil. Bu bekleyiş sadece gerekli güvenlik önlemlerinden dolayı.

MFY_3868San Pietro Bazilikası: Roma’da görülmesi gereken en önemli kilise sayılan bu kilise Katolik kilisesinin ilk tapınağı. Aziz Peter’in mezarının bulunduğu yere inşa edilmiş. 41,5 metrelik çapı ile Roma’nın en büyük kubbesi olan bu bina aynı zamanda Roma şehir merkezindeki en yüksek bina. Şehrin silüetini bozmamak için bu kiliseden daha yüksek binalar yapılmasına izin verilmiyor. Şehir planlamacılarının, meslek odalarının tüm çırpınışlarına rağmen şehirlerimizin her tarafını dev kulelerle donatan belediyelerimize de buradan seslenmiş olayım.. Bazilikanın iç mimarisi de içinde bulunan eşsiz heykeller de son derece etkileyici ve ne kadar sıra olursa olsun mutlaka görülmesi gereken bir yer. Sağda Michelangelo’nun sadece 24 yaşında tamamladığı “Pieta”sı.

MFY_4067Vatikan müzeleri: Roma gezimiz boyunca yanımızdan hiç ayırmadığımız Alfa yayınlarının “cepte gezi rehberi” vatikan müzeleri için şöyle yazmış: Eğer Roma’nın diğer müzelerinden birinde hayal kırıklığına uğradıysanız bunun nedeni muhtemelen Vatikan’dır. ”  Biz de bu nedenle başka herhangi bir müzeye gitmeden önce Vatikan müzelerini görmeye karar verdik. Bilet kuyrukları için yapılan uyarıları dikkate alıp biletimizi www.vatikan.va sitesinden temin ettik. Online rezervasyon için kişi başına ekstra 4.- Euro ödedik (Giriş 15.- + 4.-=19.-) ama müzeye geldiğimizde kalabalığın çok da fazla olmadığını farkettik. Belki de ziyaretçilerini genel olarak internet satışına yönlendirdikleri ve internet biletlerinin girişlerini de belli saat dilimleri ile yaptırdıkları için artık kapıdaki kuyruklar eskisi kadar korkunç değil. Bu nedenle eğer biletinizi önceden alma imkanınız yoksa bile kapıdan bilet almayı deneyebilirsiniz. Sonuçta Vatikan’da gördüklerimizden sonra bir müddet başka bir müzeye gitmeden de yaşayabileceğimize karar verdik. Vatikan müzeleri hakkında bugüne kadar pek çok şey duymuş, kitaplar okumuştum ama doğrusu böyle bir ihtişamı yine de beklemiyordum. Gerçek bir sanatseverin aylarca içeriden çıkmadan yaşayabileceğine eminim. Bizler en merak ettiklerimizi kaçırmamaya dikkat ederek tüm binaları tavaf ederken tüm dünyanın nasıl bir soyguna tabii tutulduğunu da daha iyi anladık. Antik Yunan, Mısır, Aztekler, Afrika ve Anadolu… her yerden eserler göz kamaştırıcı salonlarda sergileniyor. İzmir Selçuk müzesinde gördüğümüz Anadolu’lu Artemis’in bir benzerini de burada gördük. Sergi Salonları aslında aynı zamanda bir zamanlar Papaların yaşadığı saraylar ve  bazıları orada yaşamış olan Papa’nın adı ile anılıyor.  Papa’lar zamanın ünlü sanatçılarına salonlarının duvar süslemelerini, heykellerini yaptırmışlar ve mesela bugün hala hayranlıkla gezilen “Raphael odaları” ortaya çıkmış.  Raphael odalarında başlayan basamaklardan inince de kendinizi Sistine Şapel’inde buluyorsunuz. Fotoğraf çekiminin yasak olması, Sessizlik için sürekli uyaran görevliler ve aşırı kalabalık olmasaydı burada daha uzun zaman geçirmek isterdik. Duvarlar ve tavan aralarında Michelangelo’nun da bulunduğu Rönesans’ın pek çok ünlü ressamı tarafından dekore edilmiş.  Bu yapı Papa’nın resmi olarak kendisine ayrılmış şapel’i ve kardinaller meclisinin yeni Papa’yı seçmek için toplandığı yer. Biz resimlere biraz bakmakla yetinip müze kütüphanesinden resimli bir kılavuz almayı uygun gördük. Vatikan için aslında şunu söylemek isterim; Herşey harikaydı ama bana sorarsanız bu “ihtişam” hiçbir “Din”e yakışmıyor! MFY_3642 Pantheon: İşte Roma’da gezdiğimiz yerler arasında açık ara farkla beni en çok etkileyen yapı… Pantheon’la ilk karşılaşmamız yine çok tesadüfi oldu. Ara sokaklarda dolaşırken birden kendimizi bir meydanda bulduk. Ve karşımıza çıkan renksiz taş yapıya dikkatle bakınca buranın Pantheon olduğunu farkettik. Orjinal olarak Pan  = Tüm Theon= Dinler yani “tüm dinler”e adanmış bir tapınakken Hırıstiyanlığın kabulü ile Roma’daki tüm tapınaklar gibi burası da bir kilise’ye dönüştürülmüş. Yine de dış duvarlarındaki mermer ve bronz süslemelerin çalınıp başka yerlerde değerlendirilmesi yazgısından Pantheon bile kurtulamamış. . MS.125 yılında imparator Hadrian tarafından yeniden inşa edilen Pantheon çalınmış süslemelerinin dışında aynen korunmuş. Yükesekliği ve çapı eşit(43 mt) olan bu tapınağın hiçbir penceresi yok. Böylece tüm taşıyıcı kolonlar duvarlara gizlenerek içerideki dev alanda hiçbir kolon olmaması sağlanmış. İçeriye ışık girmesi için tavanın tam ortasında 9 mt çapında bir delik bırakılmış. Buraya da herhangi bir koruyucu takılmayarak içerinin havalandırılması da sağlanmış. Yağmurlu günlerde tavandan içeriye yağmur yağıyor ve yağmur sularının da içeriye yayılmaması için zeminde özel delikler ve bir drenaj sistemi yapılmış.  Biz yağmurlu bir havada da içeriyi görme fırsatı yakaladık. Çok hoş bir ortamdı. Gerçekten de Vatikan’ın tersine burada bence asıl içerideki sadelik ve doğallık insanı etkiliyor. MFY_4281 Colosseum/ Kolezyum: Roma’nın bu belki de en tanınmış tarihi arenası için kombine biletler satılıyor (Kişi başı 12.- Euro). Colosseum+Roman Forum (Antik Roma kenti kalıntıları) + Palatine tepesi. Yaptığımız küçük bir araştırma sonucunda sabah erken saatlerde gidilirse rezervasyonlu internet bileti almaya gerek olmadığına karar verdik. Gerçekten de sabah 9.30’da sıraya girip yaklaşık 25 dakikada içeriye girdik. Efes, Bergama ya da  Aspendos Antik kentlerini ve tiyatrolarını defalerca gezmiş biri için bu yapı o kadar da etkileyici olmayabilir. Ama 2000 yıldır süren bir talana rağmen bu kadarının korunmuş olması bile etkilyici. Restorasyon bazı yerlerde biraz rahatsız edici olsa da onlarca romana ve filme konu olmuş, Roma imparatorluğunun en vahşi eğlencelerinin yapıldığı arenasının içinde olmak, vahşi hayvanlarla gladytörlerin savaştırıldığı alanı görmek insanı etkiliyor. Colosseum adını bir zamanlar yapının ön tarafında bulunan 50 mt uzunluğundaki  dev güneş tanrısından alıyor. Ne yazık ki bu heykel artık görülemiyor. Colosseum için satılan biletlerin özelliği iki gün boyunca çok giriş çıkış için geçerli olması. Böylece biz sabahın erken saatlerinde Colosseum’u gezip öğlen sıcağında evimize geri döndük ve öğleden sonra güneş biraz alçaldığında tekrar gelip bu kez yolun karşısından girilen Roman Forum ve Palatine tepesi denilen Antik Roma’nın kalbinin attığı yerleşim bölgesini gezdik. Roma’nın merkezinde dev ağaçların gölgesinde gezebileceğiniz harika bir Antik kent. Biz akşam kapanana kadar kaldık. O saatlerde hem hava daha serindi hem de turist kalabalığı iyice azalmıştı. Ertesi gün için önceden yapılmış “Bio Parco” planımız olmasaydı bir kez daha girip iyice gezmek isterdik çünkü gerçekten çok keyifliydi.

MFY_4409Bio Parco / Hayvanat Bahçesi: Kiraladığımız Evin bulunduğu Lazio bölgesine çok yakın bir konumda bulunan Villa Borghese parkının içinde yer alan “Bio Parco” yani Hayvanat bahçesine gitmeyi çok önceden planlamıştık. Eğer yeterince vaktimiz varsa gittiğimiz şehirlerde hayvanat bahçelerini ya da doğal yaşam parklarını ziyaret etmeyi seviyoruz. Bu kez de yine bizim için hoş bir değişilik oldu. Villa Borghese denilen dev parkın içinde alabildiğine uzanan çimenlerin ve gökyüzüne ulaşmaya çalışan dev ağaçların arasından yürüyerek parka ulaşmak çok keyifliydi. Günlerce içinde olduğumuz vıcık vıcık turist karmaşasından sonra bu sakin parkın içinde dolaşmak hepimizin ruhuna iyi geldi. Borgehese ailesinin yazlığı olarak yapılan bu park bence Roma’nın en dinlendirici alanı. Hayvanat bahçesine gelince; Doğal güzelliği dışında pek fazla özelliği olmayan hatta bazı bölgeleri oldukça bakımsız görünen bu parkın giriş ücreti olarak 12.- Euro alınması bize epey fazla geldi. Yine de neredeyse kapanana kadar içeride gezdik. Kelebek ve böceklerden hoşlananlar ek bir ücretle bu yaratıkların yakından gözlemlendiği bölüme de girebilirler.

Romefreewalkingtour: Geçen yıl Barselona’da denediğimiz Discoverwalks’a benzer bir tur acaba Roma’da da var mıdır diye ararken henüz hazırlık aşamasında www.romefreewalkingtour.com sitesine ulaşmış ve planlarımızı ona göre yapmıştık. Her gün sabah 10.00’da Vatikan turu için ve saat 15.00’te de Colloseum turu için İspanyol merdivenleri’nde buluşuluyor. İngilizceye hakim eğitimli bir yerel rehber o gün kimler geldiyse (herhangi bir rezervasyon ya da kayıt yok) yaklaşık 1,5 – 2 saat süren turu yürüyerek yaptırıyor ve bir yandan da çevrede gördükleriniz hakkında bir sürü şey anlatıyor. Turun sonunda herkes uygun gördüğü bir bahşişi rehbere veriyor. Genellikle 10.- Euro civarı vermek uygun oluyor ama 5.- verenleri de gördük. Ya da hiçbirşey vermemek için turun sonlarına doğru sıvışanlar da oluyormuş 😉 Biz genel olarak memnun kaldık. Normal şartlarda böyle bir tura için 4 kişilik bir aile için bir servet ödemek gerekebilir. image-1376231684067-V

Kahvaltı: Klasik bir İtalyan kahvaltısı bir fincan espresso ya da capuccino eşliğinde yenen tatlı bir çörek ile yapılıyor. Bizim kahvaltıda yediğimiz nefis peynir çeşitleri, salamlar sucuklar vs. onlarda akşam yemeğinden önce şarap eşliğinde yenecek antipasti’leri oluşturuyor. Güne böyle tatlı bir çörekle başlamak istemeyenler için ise tuzlu olarak pizza margaritha var 🙂  Her gün olmasa da en azından bir gün kahvaltınızı bir pastanede çörek ve kahve ile yapın, güne tatlı başlamak insana iyi gelebiliyor. image-1376231659999-V

Pizza: 10 gün boyunca defalarca pizza yediğimiz halde en iyisi hangisiydi diye birşey söylemek çok zor. Hem daha önce gitmiş olan arkadaşlarımızdan hem de rehber kitabımızdan okuduğumuz “Da Bafetto”da tesadüfen boş bir masa bulup oturarak pizza yeme şansına kavuştuk ama bence aslında en güzel pizzalar Forno dedikleri fırınlarda satılan bazen bir bıçakla bazen de makasla (!) sizin istediğiniz boya göre kesip tartarak sattıkları pizzalar. Bu pizzaları isteğinize göre ikiye katlayıp bir sandviç gibi yiyebilirsiniz.

Giolotti'de bir cup!Dondurma: İlk gün dondurmacı “San Crispno”yu ararken önce Trevi Çeşmesine sonra İspanyol merdivenlerine ulaştık.. Sonunda dondurmacıyı bulduğumuzda ise içeride oturarak kocaman bir kup dondurma yemek ve yorgunluktan sızlayan ayaklarımızı biraz olsun dinlendirmek isteğimiz miniminnacık dükkanı görünce suya düştü! Sadece külah ve kap satışı yapıyor olsalar da dondurmaları çok güzeldi. Birkaç gün sonra rehberimizin tavsiyesiyle gittiğimiz Roma’nın “en iyi” dondurması olma iddiasını taşıyan “Giolotti” ise çok daha hoş bir atmosferi olan gerçek bir roma pastanesi. Dondurmalar burada da mükemmeldi. Ama hemen şunu da söylemeliyim ki neredeyse her gün farklı yerlerde dondurma yedik ve hepsi birbirinden güzeldi! Yani en iyiyi bulacağım diye kendinizi heba etmeyin derim..

image-1376231719968-V

Pasta / Makarna vs: Ailemizin tüm fertleri birer makana sever olduğundan İtalya’da bol bol pasta (makarna) ve ravioli(mantı) yedik. Hatta tam bir italyan gibi önce şarküteri tabağı arkasından makarna arkasından et yemeği arkasından tatlı ve espresso ile biraz abarttığımız günler de oldu. Makarnayı kesinlikle az pişmiş servis ediyorlar ve bizce böyle çok daha güzel oluyor. Benim en çok beğendiğim Tratevere’de “da Lucia” da yediğim üzerinde Adaçaylı tereyağı gezdirilmiş spagetti idi. Tereyağında Adaçayı yapraklarını hafifçe döndürmek hem makarnalarda hem et yemeklerinde  kullanılıyor ve bence ete de çok yakışıyor. Saltimbocca a’la Romana denilen bir et yemekleri var; ben bayıldım.

Espresso: Aynı bizdeki türk kahvesi keyfi gibi İtalyanlar da iyi bir yemekten sonra öğünü mutlaka espresso ile tamamlıyorlar. Kahvenin yanında su da geliyor. Eğer yeterince kabarık bir hesap ödeyecekseniz kahvenin yanında limoncello ya da tatlı bir şarap olan vino liquoroso(şarap likörü) ikram edebiliyorlar. Cappucino ya da türevi sütlü kahveler sadece sabahları içiliyor (hatta aslında sabah bile içilmiyor) ve eğer öğleden sonra yemeğin üstüne capuccino filan isterseniz size uzaylı muamelesi yapabilirler.  Yemek haricinde içilen espressoların yanında sıklıkla biscotti denilen kurabiye ile peksimet arası bir tatlı ikram ediliyor.  Aşağıda badem ile yapılan bir biscotti olan “cantucci” tarifim var:

Cantucci20130803_140112_resized_1

Malzemeler:
250 gr un
225 gr şeker
150gr kavrulmamış tatlı badem
2 yumurta 1/2 paket kabartma tozu
1 paket vanilya şekeri 2 Limonun kabuğunun rendesi
Tarif: Yumurta ve şekeri çırpma teli yardımı ile ya da mikser ile iyice çırptıktan sonra bademler hariç kalan malzemeyi(Un, kabartma tozu, vanilya şekeri,limon kabuğu rendesi) ilave edip tahta bir kaşık yardımı ile iyice karıştırın. Bu aşamada çırpma teli kullanamazsınız çünkü hamur ağırlaşacaktır. Hamur homojen bir kıvama gelince kabaca kırdığınız bademleri de ilave edin. Ben kahverengi zarlarını soymadan koyuyorum. Bu şekilde daha lezzetli olduğunu düşünüyorum. Hamur kek hamurundan daha koyu, kurabiye hamurundan daha yumuşak kıvamlı olacak. Şimdi bu hamuru mümkün olduğunca az un ile iki uzun somun haline getirip yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisinde 170 derecede yaklaşık 30 -35 dakika üzerleri hafif kızarana kadar pişirin. Fırından çıkınca çok fazla soğutmadan henüz ılıkken yaklaşık 1 cm kalınlığında dilimler kesin ve bu dilimleri yine yağlı kağıda koyup yaklaşık 10 dak. daha pişirin. Soğuduktan sonra kavanoza koyup aylarca saklayabilirsiniz.

Reklam

Sangria & Barselona (gezi yazısı)

Aşağıda okuyacaklarınız 9 ve 16 yaşlarında iki kızı ile Barselona’da 2 haftalık bir tatil yapan bir ailenin bakış açısı ile yazıldı.

Okuma kolaylığı olması açısından ana başlıkları maddeler halinde toplamayı tercih ettim. Yazıyı komple okuyabileceğiniz gibi sadece sizi ilgilendiren kısımları da okuyabilirsiniz.

Sangria tarifi yazının en sonunda!

“Barselona” bizim aile için hayallerimizin tatil şehri! 4 kişilik bir aile ile seyahat etmek her zaman çok eğlenceli olmayabilir. Herkesin farklı ilgi alanlarını karşılayabilecek bir destinasyon bulmak bazen çok çok zor olabiliyor. Geçen yıl 5 farklı yere giderek herbirimizin taleplerini karşılamaya çalışmıştık. Oysa bu yıl karar vermek hiç de zor olmadı. Geçen yıl 3 günlüğüne görüp hepimizin tekrar gitmek istediği tek bir şehir vardı: Barselona!
Büyükler için ilginç müzeler, nefis Katalan mutfağı ve şarapları, büyük kızımız için müzelerin yanısıra ara sokaklara serpiştirilmiş onlarca butik ve tasarım ürünleri satan minik dükkanlar, küçük kızımız için harika bir plaj, deniz ve Tibidabo eğlence parkı… İki hafta kaldığımız halde bir daha gitsek yine de göremediğimiz müzeler, gitmek isteyip de gidemediğimiz restoranlar, ya da defalarca gitsek her seferinde ilginç yeni birşeyler bulabileceğimiz dükkanlar var. Nitekim büyük kızımız şimdiden yeni bir Barselona gezisinin hayalini kuruyor:) Aşağıda son gezimizin notlarını toparlamaya çalıştım.

Ulaşım: Türk Hava yolları ile aylaaaaar öncesinden alınmış biletler ve kullandığımız mil puanları ile nispeten uygun fiyata bir yolculuk yaptık. İzmir’den direkt uçuş bulamadığımız için (Tur şirketlerinin özel uçuşları dışında İzmir’den direkt uçuş yok!) İstanbul aktarmalı bir uçuş yaptık.  Eğer siz de ailecek seyahat ediyorsanız ve kalacağınız yer şehir merkezinde ise lütfen havalimanında bir taksiye binin ve kalacağınız yere öyle gidin. Biz havaalanından şehir merkezine giden tren bağlantısının konforlu olacağını zannedip trenin kalkmasına saniyeler kala kendimizi trene attığımızdan içerisinin ne kadar kalabalık olduğunu sonradan fark ettik. Çocuklarla ve valizlerle tıklım tıkış dolu bir trende ayakta seyahat ederek şehir merkezine ulaştık.  Gideceğimiz yere en yakın metro istasyonuna ulaşabilmek için metro aktarması da yapmak zorunda kaldık ve yine valizlerle Barselona metrosunun yeraltı tünellerinde yüzlerce metre yürümek zorunda kaldık.  Toplamda 1 saatten  fazla süren bu yolculuğumuzu yaklaşık 35.- Euro’ya taksi ile 20 dakikada yapabileceğimizi düşündükçe kendimize etmediğimiz küfür kalmadı..DSCF0247

Konaklama: Barselona konaklama imkanları açısından oldukça pahalı bir kent. Şehir merkezinde azbuçuk düzgün bir otel odası için bir servet ödemeniz gerekebilir. Üstelik çoğu zaman bu fiyata kahvaltı dahil bile olmayabilir. Bizim gibi ailecek seyahat ediyorsanız ve uzun bir süre konaklamayı düşünüyorsanız bir apart tercih edebilirsiniz. Barcelona’nın her semtine yayılmış her kategoriden yüzlerce kiralık apartman dairesinin içinden seçim yapabileceğiniz www.apartmentbarcelona.com sitesinden kalacağınız yeri internet üzerinden ayarlayabilirsiniz. Bulaşık makinesi, çamaşır makinesi, ocak, fırın, mikro dalga gibi aletlerle donatılmış 4 kişilik bir apart için biz de gecelik yaklaşık 100.- Euro ödedik. Miniminnacık balkonumuz kısmen deniz manzaralı idi. Daha önceki Barselona seyahatimizde Barceloneta bölgesini gözümüze kestirmiş ve apartımızı bu bölgeden seçmiştik. Çünkü burası hem merkeze yürüme mesafesinde, hem önünde kilometrelerce uzanan harika bir plaj var  hem de plaj boyunca uzanan çok sayıda kafe ve restoran geceleri geç saatlere kadar açık.  Hemen her sokakta bakkal tarzı marketler de geç saatlere kadar açık.

Yemek & İçmek : Barselona’da bulunma nedenlerimizden biri de daha önceki gelişimizde yediğimiz içtiğimiz her şeyin tadının damağımızda kalmasıydı. 2 haftalık bu tatilimizde yine de her şeye doyduk diyemiyoruz tabii ki. Barselona’ya ilk gittiğimizde restoran bar ve kafelerde bardak ya da sürahilerde verilen içi buzlu ve meyveli kırmızı bir içecek dikkatimizi çekmişti. Adının Sangria olduğunu öğrendiğimiz bu içecek sonradan bizim favori içkimiz oldu. Adını “kan” anlamına gelen Sangra kelimesinden alan bu içki her bar ve restoran’da farklı hazırlanıyor. Yani her barmen’in kendi tarifi var. Ben en çok Barcelonta’da kaldığımız apartın hemen yan sokağında bulunan “Absenta” isimli bar’ın sangria’sını beğendim.  Çeşitli yerlerden okuduğum tariflerle hazırladığım özel Sangria tarifini de bu yazıya ekleyeceğim.

Küçük kızımız yemekler konusunda biraz seçici olmakla beraber hemen her restoran ya da barda bulunabilen İspanyol ometi tortilla ve domatesli ekmeklere bayıldığı için pek sorun çekmedik. Doğrusu her öğün Mcdonaldas’a gitmek gibi bir niyetimiz hiç yoktu.  Yemek pişirme imkanları bulunan bir dairemiz olduğundan her sabah zengin bir kahvaltı ile güne başlayıp bir öğünü evde, bir öğünü dışarıda yemeyi planlamıştık. Ama pek çok kez yemek için eve dönmek yerine nefis jambonlarla hazırladığımız sandviçlerimizi yanımıza alıp dışarıda piknik yapmayı tercih ettik. Domuz eti ile bir sorununuz yoksa gerçekten nefis jambon ve sosisleri var.  Yoksa tavuk ve hindi ile yapılmış alternatiflerini tercih edebilirsiniz. Nerdeyse her semtte  bulunan “Mercat”lar üstü kapalı bir tür pazaryerini andırıyor ve meyve, sebze’den her türlü et ve süt ürününe kadar buralarda bulamayacağınız ürün yok. Bu “mercat”ların en meşhuru tabii ki La Rambla üzerinde bulunan “La Bouqeria” . 2 hafta boyunca turistik olan olmayan, iyi kötü pek çok restoran ve barda yemek yedik. Güzel manzaralı olan pek çok restoranın yemeklerinin turistik derecede pahalı ve lezzetsiz olduğunu çabuk keşfettik. Yediğimiz en güzel yemekler sokak arasındaki küçük Katalan restoran ve barlarındaydı. Ama yine de Barceloneta sahilinde güneş batarken plajı seyretmek ve Sangria’nızı yudumlarken Endülüs tarzı bol sarımsaklı bir sosla hazırlanmış bebek kalamar ve patatas bravas atıştırmak da( gurme’lik bir deneyim olmasa da) son derece keyifli..

Ailecek deneyip beğendiğimiz  ve aradan geçen bunca zamana rağmen isimlerini unutmadığımız birkaç restoran da var:

Pitarra restaurant: Şehir merkezinde yat limanına yakın bir sokakta bulunan bu restoranda yediğimiz tüm yemekler tam bir şölendi, üstelik tatlıları da muhteşemdi.  Ama bence turistler için hazırlanmış “menü del dia” yerine menüden kendi seçimlerinizi yapın. Fiyat biraz daha yüksek olacaktır ama turistler için hazırlanmış giriş yemeği, ana öğün ve tatlı’dan oluşan menülerin kalitesi biraz düşük olabiliyor. http://www.restaurantpitarra.cat/

Nou Cellar : La Ribera bölgesinde Picasso müzesine açılan bir ara sokakta bulunan bu restoranın önünden geçtiğimizde “ayyy hapishane gibi” dedik. Çünkü yerin altına doğru inen merdivenlerden giriliyordu ve pencereleri sokakla aynı hizadaydı. İçerisinin kalabalıklığı ise dikkate değerdi. Picasso müzesinin önündeki kuyruğu görüp girmekten vazgeçtiğimizde ise karnımızın gurultusu bizi yine bu restoranın önüne getirdi.  Öğlen yemeği saatini geçtiği için boş masa bulmak sorun olmadı. Yemekler gerçekten güzeldi. Fiyatlar makuldü. O güne kadar yediğimiz en güzel “tomato bread”ler de buradaydı.  Domatesli ekmekler turistik restoranlarda mutlaka menüde bulunuyor oysa  genelde yerel lokantalarda bunlar yemeklerin ya da içkilerin yanına ikram olarak veriliyormuş. (Biz Barselona’da ikram eden bir yere rastlamadık) Böyle yazdım diye çok özel bir şey olduğunu düşünmeyin. Alt tarafı kızarmış ekmek üzerine sürülen domates püresi.. Ama ekmek taze kızartılmışsa çok güzel bir tapas oluyor..

Euskal Etxea: İspanya’ya gelmişken bir de kuzey İspanya’ya özgü meze yemek isterseniz (ki mutlaka tavsiye ederiz) ilk seçeneklerden biri Euskal Etxea olabilir. Minik ekmek dilimlerinin üzerine hazırlanmış kürdanlarla tutturulmuş bu atıştırmalıkların hepsi birbirinden lezzetli. Genellikle ayakta ya da bar taburelerinin üzerinde oturuluyor. Açık büfe olarak hazırlanan pintxos’lardan dilediğiniz kadarını tabağınıza doldurup yemeğin sonunda kürdanlarla dolu tabağınızla beraber kasaya gidiyorsunuz. Her kürdan için 1,80.- Euro hesaplanarak kürdanlarınız sayılıyor ve ücretinizi buna göre ödüyorsunuz. Lütfen kürdanlarınızı  saklamaya kalkmayın o kadar da saf değiller 😉  Önce ucuz gibi gelse de büfedeki çeşitler karşısında kendinizi tutamayıp işi abartırsanız bir restoranda yemek yemiş kadar hesap da ödeyebilirsiniz..

Barselona’da alışveriş: Pek alışverişle arası olan bir insan değilim ama gittiğim yerlerde oraya özgü özel şeyler almayı severim. Bu konuda Barselona inanılmaz bir cennet. Adeta bir tasarım cenneti.  Geçen yıl Paris’e gittiğimizde hediyelik eşya almakta epey zorlanmıştık çünkü satılan hediyeliklerin %80’i çin malı uyduruk şeylerdi. Kalan %20 ise ödenmeyecek kadar pahalı sınıfına giriyordu!

Vinçon: Tasarım ürünler için ara sokaklardaki enteresan butik ve dükkanlar dışında Passeig de Gracia’da Casa Mila’nın hemen yanındaki tarihi bir başka binada bulunan Vinçon’u tavsiye ederim. Zaten mağzanın kendisi bile bir müze kadar enteresan. Alt katta ufak tefek eşyalar, mutfak ürünleri, oyuncaklar vs.  var. Üst katta ise daha çok mobilyalar var. Mobilya ile ilgilenmiyorum demeyin mutlaka ikinci katı da gezin.  Duvar kağıtlarından mobilyalara ve aksesuarlara kadar herşey eşsiz!

Maremagnum:  Port Vell’in hemen yanında denizin üzerine kurulmuş olan bu alışveriş merkezi biraz Amerikanvari bir shopping mall havası olsa da konumu ve mimarisi açısından oldukça güzel bir yer. Pazar günleri ve akşamları da açık olan mağzaları ile değişik saatlerde alışveriş yapmayı sevenler için de iyi bir adres. Pek çok tanınmış markanın mağzası var. Maremagnum’un hemen girişinde yer alan “Tapa tapa” restoran ise tahmin edilebileceği gibi epey turistik. Ama “paella” fena değildi.

El Corte Ingles: Alışveriş merkezi demişken bu tarihi alışveriş merkezini de saymazsak ayıp olur. Plaça de Catalunya meydanın hemen başında bulunan ana binasının restoranı pek çok turist rehberinde manzarası nedeni ile tavsiye ediliyordu. Biz de bir kahve içmek için çıktık ama bin pişman olduk. Servis felaket, zaten kafe bölümü self-servis ama ortalıkta olan elemanlar da son derece suratsız, çok kalabalık olmamasına rağmen içeride öyle bir uğultu vardı ki kendimizi bir fabrikanın kantininde hissettik. Evet manzara güzeldi ama bu manzarayı görmek için eziyet çekmeye değmez.. Alışveriş merkezi olarak hiç de ilginç bir şey satmıyorlar. Bildik markalar zaten her yerde mağzalarda da var

La Rambla: Feci turistik, kalabalık ve yankesicilerin çok sevdiği bir bulvar. Evet La Rambla’da baştan sona yürümeden Barselona’ya gittim diyemezsiniz ama bence La Rambla üzerindeki tek ilginç yer denize doğru uzanan noktada konuşlanan el sanatları çarşısı. Burada el yapımı süs eşyaları, tablolar, giyim eşyaları bulabilirsiniz.

Av. Portal l’Angel: La Rambla’nın hemen arkasından başlayan ve çok daha keyifli alışveriş yapabileceğiniz geniş bir bulvar. Bu bulvar bir süre sonra Barri Gotic bölgesinin karışık daracık sokakları ile buluşuyor.  İşte o sokaklara defalarca girip kaybolmaya bayılıyorum.. Her sokakta mutlaka ilginç bir dükkan bulabilirsiniz. Fiyatlar ucuz değil ama en azından ödediğinizin karşılığını aldığınızı düşündürecek kadar kaliteli ürünler var.

Güvenlik: Bu kadar fıkır fıkır bir şehirde insan kendini güvende hissediyor mu? Yankesiciler konusunda dikkatli olmayı başarabilirseniz “Evet”. Ama Barselona yankesicileri ve bu çetelere göz yuman bir polis teşkilatı ile meşhur. Doğrusu gece geç saatlerde bile çocuklarla sokaklarda ya da metro istasyonlarında kendimizi tehlikede hissetmedik. Gece geç saatlerde metrolardaki tek sorun aşırı alkollü insanlar.. Tüm gençler Barselona’ya adeta partilemeye ve şişenin dibini görmeye gelmişler. Ama kesif alkol kokusunun dışında herhangi bir taşkınlık olayı ile karşılaşmadık.. Sanırım bu da şarap içenlerle rakı içenlerin farkı oluyor!
Başka metropollerde sıklıkla karşılaşılabilecek silahlı soygunculardan burada  pek yok. Ama çeteler halinde dolanan usta yankesicileri sizin ruhunuz duymadan her türlü ortamda çantanızdan cüzdanınızı yürütebilecek kadar becerikli..

Discover walks: Barselona ile beraber Paris, Londra, San Francisco ve Prag’da da rehberleri olan bir acente. Sadece yerel rehberlerle ve bahşiş usulü ile çalışıyor. Şehrin belli noktalarında belirlenen buluşma saatlerinde orada olmanız yeterli. Herhangi bir önrezervasyon, bilet alma vs. gibi zorunluluklar yok. Rehberler İngilizce konuşuyor. Genel olarak minimum 5.-Euro’luk bir bahşiş ödemek gerekiyor ama diğer turların ücretleri düşünüldüğünde ve bu genç rehberlerin size kendi bakış açılarından İspanyol  ve Katalan tarihini anlatırken şehir hakkında ne kadar çok şey öğrendiğiniz düşünülürse bunun çok daha fazlasını vermek isteyeceğinizi düşünüyorum. Discover walks’un Barselona için 3 turu var:

Rambla’s & Barri Gotic Tour; her gün saat 15.00’te “Teatre Liceu” önünde buluşuluyor.
The Gaudi Tour; her gün saat 10.00’da “Casa Batllo” önünde buluşuluyor.
Picasso’s Barcelona; her gün 17.00’de “plaça de l’Angel”da buluşuluyor.

Daha detaylı bilgi için: www.discoverwalks.com

Gaudi: Barcelona’ya imzasını atmış olan büyük sanatçı, mimar.. Eserleri arasında Casa Mila, Casa Batllo, Parc Güell ve tabii ki La Sagrada Familia var.. Kendi döneminde ve sonrasında pek çok sanatçı ve mimara ilham vermiş.

La Sagrada Familia, BarselonaLa Sagrada Familia: Geçen yıl geldiğimizde “La Sagrada Familia” nın 2,5 saatlik bilet kuyruğunu görüp içeri girmekten vazgeçmiştik. Bu kez internette okuduğumuz bir uyarı yazısı ile biletleri bir gece önce internetten aldık.  Ertesi gün elimizdeki numara ile en yakın La Caixa bankasının bankamatiğine gidip La Sagrada Familia biletlerimizi aldık. Saatlerdir kuyrukta bekleyen insanları sollayıp bizim gibi internet biletliler için açılan özel kapıdan kolayca girip bu müthiş eseri gezdik. Bu tür yerlerin hemen hepsini gezerken birimiz için bir audio guide kiraladık. Böylece birimiz audio guide’dan dinlediklerini diğerlerine aktardı. La Sagrada Familia açık ara farkla bizi en çok etkileyen yapı oldu. Gaudi’nin dahi olduğuna bir kez daha inandım. Geçen yıl Casa Mila’yı gezdiğimizde de aynı şeyi düşünmüştüm.  Ama bu kez gerçekten inandım.

Bilet fiyatları 18,30.- Euro ile epey  pahalı ama buna değer..  Dünya üzerinde inşası en uzun süren kilise olmakla övünüyor  (hatta halen inşası sürüyor) ama bence bunu bir tür tanıtım malzemesi olarak kullanıyorlar. Gerçekten isteseler bugünün teknolojik imkanları ile çoktan bitirmiş olmalıydılar!


Casa Mila
: Ya da ilk yapıldığı yıllarda verilen ismi ile La pedrera (Taş ocağı).  Gaudi’nin kendini tamamen kamu işlerine adamadan önce yaptığı son özel iş. Barcelona’lı rehberimiz Elaila’nın anlatımına göre bu binayı bir avukat için yapmaya başlayan Gaudi inşaat sırasında ve sonrasında o kadar çok maddi ve manevi sorunla karşılaşmışki “lanet olsun” deyip kendini kamusal işlere adamış. Zaten hemen sonrasında La Sagrada Familia inşaatına başlamış ve onun inşaatı sürerken bir tramvay kazasında hayatını kaybetmiş.

O yıllarda zenginlerin nasıl evlerde oturduğunu ve ne tür mobilyaları olduğunu merak ediyorsanız mutlaka bu binayı gezmelisiniz.  Binanın bir kısmında halen oturanlar var. O nedenle her yeri gezilmiyor. Ama bu kadar ilginç bir yapının içinde halen oturanların olduğunu düşünmek bile insana heyecan veriyor. Binayı gezerken bir Audio Guide almayı ihmal etmeyin.

Casa Batllo: Bu binayı gezemedik. Eğer zamanınız kısıtlıysa ya da siz de bizim gibi bilet fiyatlarının fazlasıyla pahalı olduğunu düşünüyorsanız Casa Mila ile yetinebilirsiniz. Casa Batllo’nun ilginç yanı apartmanın aslında Gaudi’den çok daha önce yapılmış olması ve Gaudi tarafından tadilat yapılarak şu anki haline getirilmiş olması. O zamanlar binanın sahibi olan tüccar Passeig de Gracia üzerinde habire yapılan yeni ve ilginç binalardan etkilenmiş ve Gaudi ile görüşerek kendi binasını da en az onlar kadar görkemli olacak şekilde restore ettirmiş..

Parc Güell: Metro ve Otobüs ile ulaştığımız bu parka sıcak havalarda mutlaka sabahtan gidin. Daha sonra oluşan kalabalık ve sıcak birleştiğinde biraz çekilmez olabiliyor. Parkın ortasında yine Gaudi tarafından yapılmış eşsiz mozaiklerle süslü heykellerle dolu bir teras ve nefis Barselona manzarası size bir düş bahçesinde olduğunuzu hissettiriyor.
İnanılmaz ama gerçek: Parka giriş ücretsiz 😉 Yanınızda götüreceğiniz bir piknik sepeti ile bir daha nasip olmayacak kadar egzantrik bir ortamda piknik yapabilirsiniz.

Çikolata Müzesi / Museu de la Xocolata: Kesinlikle 4.- Euro verip gezmeye değmez. Tek ilginç yanı gerçekten kaliteli çikolatadan yapılmış olan giriş biletleri! Evet, müzenin biletlerini çikolatadan yapmışlar, böylece içeride çikolatadan yapılmış heykelleri vs. gezerken canınız çektiğinde biletinizi çıkarıp ısırmaya başlayabilirsiniz. Ama müzeyi gezmek şart değil, girişte bulunan kafeterya’da çeşitli çikolata türlerini satın almak veya kahve eşliğinde orada yemek mümkün. Müze bölümündeki heykeller çocukların ilgisini çekmekle beraber yetişkinler için çok da ilginç değil..

Tekneyle Liman Turu: Port Vell yakınlarında bulunan küçük bir acentenin yaptırdığı 35 dakikalık Liman turu pek de ilginç değil. 6.- Euro’luk fiyat ise bu tur için oldukça fazla bence..

Tibidabo Eğlence Parkı: Bir zamanlar Tibidabo dağının eteklerinde yazlıkları bulunan Barselona sosyetesinin yaz günlerinde aileleri eğlensin diye kurduğu bu lunapark tesisi oyuncakları bakımından olmasa da manzara olarak dünyanın en eşsiz eğlence parklarından biri. Özellikle çocuklarla yapılan bir Barselona gezisinde mutlaka uğramanız gereken yerlerden biri. Bazı oyuncaklar 1928’lerden kalma. Bunların yanında son derece yeni ve heyecen verici oyuncaklar da mevcut. Bunlardan bazıları öyle konumlanmış ki rayların üzerinde giderken ya da hızla aşağı inerken Barselona’nın üzerine doğru uçuyormuşsunuz hissine kapılabilirsiniz. Ne yazıkki parkın en ünlü atraksiyonlarından biri olan dönme dolap artık kaldırılmış.. Park gece geç saatlere kadar açık. Ama epey yüksekte olduğundan gece için yanınıza mutlaka bir ceket almayı ihmal etmeyin. Biz gece geç saate kalmayız demeyin çoluk çocuk oyuncaklara kendinizi kaptırınca saatlerin nasıl geçtiğini anlayamayabilirsiniz. Biz kapanana kadar kaldık.
Tibidabo’ya ulaşım bile başlı başına bir eğlence. Önce Metro ile Plaça de Catalunya’ya oradan FGC treni ile Avinguda Tibidabo’ya, oradan Tramvia Blau ya da otobüs ile Plaça Dr Andreu’ya çıkıp son olarak da buradaki istasyonda biletlerinizi alıp Funicular(bir tür yatay teleferik) ile en yukarıya Parcd’Atracctions’a çıkıyorsunuz. Eğer pek ağırbaşlı takılan bir yetişkinseniz ya da torunlarını gezmeye götüren bir anneanne ve dede iseniz sadece çocuklar için ayrı bir bilet alıp kendiniz için sadece park girişinin dahil olduğu daha ucuz bir bilet alabilirsiniz. Bileğinize takılan biletler sayesinde park yetkilileri kimin oyuncaklara binme hakkı olduğunu kimin ise sadece parkta dolaşmak için geldiğini anlayabiliyor. Mantıklı bir sistem..
Detaylı bilgi ve fiyatlar için www.tibidabo.es

Cosmocaixa: Eğer Tibidabo’ya gitmeye karar verdiyseniz yola biraz erken çıkın ve Tibidabo açılana kadar(öğlen 12.00’de açılıyor) bu eşsiz bilim müzesini gezin.  DNA’lardan virüslere, Yağmur ormanlarından Fosillere kadar çevresi ile ilgili her çocuğun hatta yetişkinin ilgisini çekebilecek bu müzeye giriş şehrin diğer pek çok müzesine göre oldukça ucuz: 3.- Euro
Detaylı bilgi için: www.cosmocaixa.com

teleferik, barselonaMontjuic: 1992 Olimpiyatlarına ev sahipliği yapan bu tepeye ulaşım için en keyifli yol Para.lel metro istasyonundan füniküler’e binmek ve oradan da teleferikle kalenin olduğu tepe noktasına çıkmak.  Teleferik oldukça pahalı (Tek yön 6,30.- Euro) ama tek yön almanız yeterli çünkü inişte rahatlıkla yürüyebilirsiniz. Biz Kaleyi gezdikten sonra yürüyerek tepenin diğer bölümüne geçerek olimpiyat stadının yanından yürüyerek(içeri girmedik) ve MNAC müzesinin merdivenlerinden inerek Plaça d’Espanya’ya ulaşmayı tercih ettik. Ancak bu yol düşündüğümüzden daha uzun sürdü. Üstelik yol oldukça ıssızdı ve herhangi bir ulaşım aracı da geçmiyordu. Yine de yemyeşil ve bakımlı park alanlarının içinden yürümek oldukça keyifliydi.

Font Magica: Yürüyüşün sonunda MNAC binasının merdivenlerine geldiğimizde hava kararmaya başlamıştı ve etraftaki olağanüstü kalabalığı görünce sihirli fıskiye gösterisinin başlayacağını anladık. Normal şartlarda gidip seyretmeyeceğimiz bir gösteri olmasına rağmen yüzlerce insanın heyecanla bu gösteri için beklediğini görünce açlığımızı filan unutup biz de aşağıdaki çimlerin üzerine oturup gösteriyi izledik. Ve gerçekten bu kadar insanın neden beklediğini de anladık. Müthiş bir ses sistemi ile Freddy Mercury’nin “Barcelona” parçası çalmaya başladı ve aynı anda fıskiyeli büyük havuzda ışıklı bir su oyunu başladı. Yaklaşık 30 dakika süren gösteri gerçekten çok ama çok keyifliydi.

MNAC: Museu Nacional d’art de Catalunya, Katalonya’nın ulusal sanat galerisini gezmek için Ağustos ayının ilk Pazar gününü bekledik. Çünkü bu müze ve şehirde diğer bazı müzeler her ayın ilk pazarı ücretsiz gezilebiliyor.  Normal şartlarda 10.- Euro civarında bir giriş ücreti ödemek gerekirken biz bedava girdik, üstelik sadece 20 dakika kadar kuyrukta bekledik. Ama doğrusu ne biz yetişkinler ne de çocuklar için çok fazla ilginç sanat eseri bulamadık. Eminim sanatla ilgilenen kişiler için gerçek bir cennettir ama biz aradığımızı bulamadık ve 2 saat dolmadan kendimizi dışarıda bulduk.

Picasso: Tam olarak Barselona’lı olmasa da hayatının bir bölümünü Barselona’da geçirmiş olan bu sanatçının da Barselona’da bir evi var. Bu ev-müze’yi ücretsiz gezebilmek için ayın ilk pazarını bekledik ama önündeki kuyruğu görünce o gün giremeyeceğimizi anladık. Picasso’nun en önemli eserlerini İstanbul’a geldiğinde görmüş olduğumuzu düşünerek kendimizi avuttuk. La Ribera’da yani eski zanaatkarlar bölgesinde bulunan bu müze birbirinin tıpatıp aynısı olarak inşa edilmiş 5 eski konağın birleştirilmesi ile düzenlenmiş ve bu hali ile Barselona’daki en büyük müzelerden biri. Müzede neredeyse 4000 eser bulunmakla beraber en tanınmış eserleri burada değil ama çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren oluşturulmuş kolleksiyon sanatçının gelişimi ve değişimi ile ilgili ipuçları veriyor(muş).

Dali Theatre Museum, Girona

Salvador Dali: Bu çılgın, dahi sanatçı Barselona yakınlarında Girona’da yaşamış. Girona, Barselona’dan trenle 1,5 -2 saatte ulaşılan sevimli bir kasaba. Eğer Barselona’da uzun zaman kalıyorsanız ve şehir dışını gezmek için bir gün ayırmak istiyorsanız Dali’nin çılgın tiyatro-müze’sini gezebilirsiniz. Dali, eserlerinin ancak onu izleyen ve takdir eden insanlarla bir anlam bulacağına inandığından müzeyi gezerken bir audio guide ya da kitapçık vermiyorlar. Yine de benim gibi hiçbir şey anlayamamaktan korkuyorsanız müzenin dışındaki dükkanlarda satılan kitaplardan edinebilirsiniz.Müze de kasaba da pek büyük değil. Neredeyse yarım günde hepsini gezebilirsiniz. Ama sabah erken saatlerde gitmekte fayda var. Giriş kuyruğu epey uzun olabiliyor.

Parc de la Cituadella: Barselona’daki en keyifli günlerimizden biri de Parc de la cituadella’daki hayvanat bahçesini gezdiğimiz gün oldu. Neredeyse parkın açıldığı saatte gidip kapanmasına dakikalar kala çıktık. Bu hayvanat bahçesinin özelliği 19. Yüzyılda kurulduğu günlerin karakterini yansıtması. Oysa 400 farklı türden yaklaşık 7500 hayvana ev sahipliği yapıyormuş. Tüm günümüzü orada geçirdiğimiz halde hepsini görebildiğimizden emin değilim. Yunus şovunu ya da penguen şovunu seyretmeyi düşünüyorsanız parka girerken saatlerine bakın genellikle günde 1 ya da 2 şov var. Şovlar çoğunlukla Katalanca ya da İspanyolca ama lisanın pek de önemi yok..

Hayvanat bahçesinin çeşitli yerlerinde piknik yapabileceğiniz alanlar var. Çantanızı sevdiğiniz atıştırmalıklarla doldurun ve çimlerin üzerine oturarak keyifli bir piknik yapın. Ama parkın çeşitli köşelerinde kafeteryalar da mevcut.  Parkın içinde yürümek istemeyenler için bir tür elektirikli araç kiralamak da mümkün ama fiyatları oldukça yüksekti..
Detaylı bilgi için: www.zoobarcelona.com

Port Olimpic: Yine 1992 Olimpiyatlarının miraslarından biri olan bu limana Barceloneta kıyısından plaj boyunca yürümek bence Barcelona civarındaki en keyifli yürüyüş rotası. Bir yandan akdeniz boyunca uzanan geniş plaj, bir yandan bu yürüyüş yolu üzerinde spor yapan, paten kayan gençler ya da sadece akşam gezintisine çıkmış şehir insanları ve yine yol boyunca sayısız kafe ve bar bu yolu canlı kılıyor.

Platja de sant Sebastia: Barceloneta Plajı geceyarısına kadar halkın kullanımına açık. Gerçekten de gece geç saatlere kadar kumların üzerine yayılıp pizza yemek, içki içmek ya da sadece yatıp yıldızları seyretmek mümkün. Saat 24.00’ten sonra temizlik ekipleri geliyor ve siz ertesi sabah geldiğinizde yine pırıl pırıl bir plaj buluyorsunuz. Bu Plaj da Olimpiyatlar sayesinde yeniden düzenlenmiş ve bugünkü haline gelmiş. Tatilimiz süresince 2-3 kez bu plajdan denize girdik. Doğrusu şehrin ortasından girilen bir denizin pek temiz olamayacağını düşünüyorduk. Ama hem plaj hem deniz o kadar temizdi ki birkaç kez gelip denize girdik. Plaj boyunca sıralanan kafetertya ve restoranların yanısıra umumi tuvaletler, duşlar, kiralık havlu ve dolap ofisi bulunuyor. Bu ofiste ayrıca depozito karşılığında kova ve kürek ödünç alabiliyorsunuz..

Barcelona’nın bu kadar turist çeken bir şehir haline gelmesinde bu şehirde düzenlenen  iki Expo fuarınınve 1992 olimpiyatlarının çok  önemi var. Şehrin girilemeyen pislik içindeki bölgeleri gelen yatırımlarla toparlanmış ve şehrin her köşesine sanatla, sporla içiçe yeni alanlar eklenmiş. Tüm bu yatırımlar Katalanların eşsiz yeme içme kültürü ile birleşince ortaya keyfine doyulmaz bir kent çıkmış.

Ne diyelim, darısı İzmir’in başına..

Esin’in Sangria Tarifi ile bu yazıyı bitirelim

Malzemeler:

1 şişe kırmızı şarap
2 küçük sıkmalık portakal
1 Elma

İsteğe ve mevsime bağlı
Nektarin (ya da şeftali)
birkaç kızılcık
1 erik

2-3 çorba kaşığı şeker
Limon, portakal ya da meyve aromalı bir gazoz

Büyükçe bir sürahi ya da kavanoz

Meyveleri kabuğunu soymadan ince dilimler halinde kesip sürahi ya da kavanozunuz koyun. Üzerlerine şekeri serpiştirip bir şişe kırmızı şarabınızı dökün. Bu karışımı bir gece boyunca buzdolabında bekletin.  Ertesi gün servisten hemen önce yaklaşık yarım litre gazozla karıştırın ve bol buzla servis edin. Hem görüntüsü hem tadı müthiş nefis bir içecek..