Bu yıl bizim kızların isteği üzerine tatilimizi Roma’da geçirdik. Bu fikir aslında geçen kış hep beraber “Ye – Sev – Dua et” filmini izledikten sonra oluştu ve 10 günlüğüne Roma’ya gidip bu güzel şehri gezmek, boş zamanlarımızda da leziz yemekler yemek, nefis dondurmalar tatmak isteği hepimizi sardı. Tek sorun tatilimizin Temmuz ayının ortalarına denk düşmesi ve bu mevsimde Roma’nın epey sıcak olması konusundaki uyarılardı. İzmir gibi bir şehirden oraya gittiğimize göre bunun pek sorun olmayacağını düşünmüştük ama Roma’nın meşhur nemli sıcağı bizi epey zorladı. Öğlen saatlerini kiraladığımız eve dönerek ya da nispeten serin ve gölgeli bir restoranda dinlenerek geçirmeye çalıştık. Şehri gezmek için zaten en uygun saatler sabahın erken ya da akşamın geç saatleri. Çünkü günübirlik turlarla gelenler genelde öğlene doğru gelip akşam saatlerinde şehirden ayrılıyorlar. Böylece hem aşırı kalabalıktan hem de sıcaktan biraz olsun korunmak mümkün. Roma pahalı bir şehir gibi görünse de Roma’da kesinlikle para harcamayacağınız 3 şey var.
Kiliseler: Roma’nın her tarafı hem mimari açıdan, hem içindeki sanat eserleri açısından çok önemli Kiliselerle dolu. İtalya’nın başka herhangi bir şehrinde ya da bazı avrupa şehirlerinde böylesine önemli kiliseleri gezmek için giriş ücreti ödemeniz muhtemeldir. Ama Vatikan’ın Roma sınırları içinde yer alması ve her yıl binlerce hıristiyan’ın bu şehre hacı olmak için gelmesi sebebi ile Roma’daki tüm kiliseler ücretsiz gezilebiliyor. Vatikan’daki San Pietro bazilikasını gezmek için her ne kadar 1 saat kadar sıra beklemek gerekse de giriş ücretsizdi. Ve içerideki ihtişam inanılmazdı.
Çeşmeler: Roma imparatorluğundan beri aynı bizdeki Hayrat çeşmeleri misali hali vakti yerinde olan kişiler şehrin pek çok yerine fıskiyeli havuzlar ve çeşmeler yaptırmışlar. Bunların pek çoğunu da Bernini gibi meşhur sanatçılara yaptırmışlar. Yani bu usta sanatçıların eserlerini görmek için para ödemenize gerek yok. Bu fıskiyeli havuzların da çoğunun suyu içilebilecek kadar temiz. Bunun sebebi de Roma şehrinin müthiş su kaynakları üzerine kurulmuş olması ve çeşmelerden akan suyun da bu temiz kaynaklardan geliyor olması.
Su: Roma’lılar fıskiyeli süs havuzlarının yanısıra şehrin her tarafını su içmek için çeşmelerle de donatmışlar. Şehrin sokaklarında dolanırken adımbaşı rastlayacağınız bu çeşmelerden eğilip su içen her yaş ve statüden insanla karşılaşabilirsiniz. Aşağı doğru bükülmüş olan çeşmenin ucunu bir parmağınızla kapatınca borunun üst kısmındaki bir delikten su ileri doğru fışkırmaya başlıyor ve buradan rahatlıkla su içebiliyorsunuz. Üstelik su sürekli aktığı için buz gibi… Biz yanımızda sürekli küçük bir plastik şişe taşıdık ve gördüğümüz çeşmelerden su doldurarak günlük ihtiyacımızı giderdik. Bunun bizi ne kadar büyük bir masraftan kurtardığını bu tür şehirlerde gezmiş olanlar bilir. Fırsatçı sokak satıcıları küçük bir şişe su için bazen 2.- Euro’ya kadar ücret talep edebiliyorlar! Su olayı o kadar önemli ki umumi tuvaletlerdeki lavaboların suyu içilemiyorsa tuvalete ayrıca içme suyu akıtan özel bir alet bile koymuşlardı (Vatikan müzesi tuvaletleri).
Daha önceki Barselona yazımda olduğu gibi yine maddeler halinde yazacağım. Roma büyük bir şehir ve herkesin her yeri görmesine imkan yok. 4 kişilik bir aile ile seyahat edince herkesin isteklerine uyabilmek için biz yelpazeyi epey geniş tuttuk ve normalde Roma’ya birkaç günlüğüne giden turistlerin pek uğramadığı hayvanat bahçesine bile gittik. Ama pek çok kişinin mutlaka görmeyi düşüneceği Capitoline müzelerini ziyaret edemedik. Ben burada bizim gezip gördüğümüz ya da az çok fikir sahibi olduğumuz konularla ilgili yazacağım. Yazının tamamını okuyabilir ya da sadece ilginizi çeken maddeleri dikkate alabilirsiniz.
Ulaşım: İzmir’den ne yazık ki direkt giden bir havayolu bulamadık. Birikmiş millerimizi kullanmak istediğimiz için önce Türk Hava yollarını aradık ama millerimizle satın alabileceğimiz koltuk sayısının (yeterli milimiz olduğu halde) 2 ile sınırlı olduğunu öğrenince THY’na sinirlenip Pegasus ile uçmaya karar verdik. İlk kez Sabiha Gökçen aktarmalı olarak uçtuk ve çok memnun kaldık. Aktarmalı uçuşlarda aradaki zamanınız az ise havalimanının çok büyük olması sorun yaratabiliyor. Sabiha Gökçen bu açıdan çok uygun bir havalimanı. Hem her türlü konfora sahip yepyeni bir bina hem de her yerine kolaylıkla ulaşılabiliyor. Pegaus bağlantılar konusunda bizi hiç üzmedi tüm uçuşlarımız vaktinde kalktı ve fazla beklemeden diğer uçuşumuza yetiştik. Roma’da Lazio bölgesinde bir ev kiralamıştık ve ev sahiplerimizden havalimanından kalkan direkt bağlantılı bir tren olduğunu öğrenmiştik. Havalimanından şehir merkezine giden trenler normal şehiriçi tarifesinden farklı olarak 8.- Euro çünkü Fumicio havalimanı şehrin epey dışında.. Şehiriçinde ise otobüs ve metrolarda aktarmalar dahil 100 dakikalık bir bilet 1,5.- Euro. Günlük sınırsız bilet 6.- Euro. Bunun dışında 3 günlük ve 7 günlük tarifeler var. 10 yaşına kadar tüm çocuklar neredeyse her yerde ücretsiz seyahat ediyor. Yani tam anlamı ile Bambini sever bir ülke. Havalimanından Tren bağlantıları oldukça iyi ve konforluydu. Trenler için biletinizi önceden alıp binmeden önce her peronda bulunan makinelerden birine damgalatmayı unutmayın. Yoksa aldığınız biletin hiçbir anlamı kalmaz, bir kontrol olursa ceza yersiniz. Eğer ille de taksiye bineceğim derseniz Fumicio havalimanı için fix tarifeler var. Gideceğiniz bölgeye göre 40.- / 50.- Euro ödemeniz gerekebilir. Metro ve otobüs biletlerinizi ise her metro istasyonunda ve bazı otobüs duraklarında bulunan makinelerden alabilirsiniz. Her otobüs durağında makine bulunmadığından bir sonraki yolculuğunuz için cebinizde fazladan bir bilet bulundurmakta fayda var.
Konaklama: Son yıllarda yaptığımız tüm seyahatlerde olduğu gibi bu sefer de bir apart daire kiralamayı tercih ettik. Bu kez http://www.housetrip.com üzerinden http://www.housetrip.com/de/ferienwohnungen/107829 bağlantısından fotoğraflarını görebileceğiniz 2 odalı daireyi tutmuştuk. Havalimanı ile tren bağlantısı şehir merkezine otobüs ve metro bağlantıları için mükemmel konumda bir daireydi. Yüksek sezonda 1 gecelik konaklama yaklaşık 94.- Euro. Lazio bölgesinin alışveriş caddesi Libia street üzerinde İtalya’da görebileceğiniz tüm markaların mağzaları (Benetton, stefanel, yamamay, coin vs.) harika bir fırın ve bir pastane ayrıca birkaç süpermarket ve bir de her gün açık olan üstü kapalı bir mercato / pazaryeri vardı. Alışveriş için gayet yeterliydi. Apart dairede kalınca canımızın istediği saatte kahvaltı yapıp, restoranlardan sıkıldığımızda evde yemek yapma şansımız oldu. Çocuklarla seyahat edince bu gerçekten büyük bir ihtiyaç olabiliyor.
Alışveriş: İtalya denildiğinde ilk akla gelenler pizza, makarna ve dondurma ise arkasından da alışveriş geliyor galiba. Biz pek takılmamaya çalıştık ama havalimanındaki taxfree kuyruğunu görünce bu meselenin bazı kişiler için ne kadar önemli olduğunu anladık. Zincir giyim mağzalarının istilasına uğramış 3 km uzunluğundaki via del Corso’yu ilk gün komple yürüdük ve inanın kayda değer birşey göremedik. Arka sokaklarına dalmak daha eğlenceli. Yine o civardaki Via Condotti ve onun paralelindeki birkaç sokak inanamayacağınız kadar pahalı butiklere ev sahipliği yapıyor ve alışverişten çok vitrin bakma keyfi yapılıyor. Roma belediyesi çok yerinde bir kararla şehiriçinde büyük alışveriş merkezleri yapılmasına izin vermiyor. Bu şekilde yerel küçük işletmeleri, özel butikleri, tasarımcıları korumaya çalışıyor. Var olan birkaç büyük alışveriş merkezi de şehrin dış mahallelerinde bulunuyor. Biz ise halen şehir merkezindeki parkları, okulları, stadyumları yıkıp AVM yapma telaşındayız..Ne diyelim.. Darısı bizim yöneticilerimizin başına!!
Ama eğer evinize bir espresso cezvesi almayı düşünüyorsanız 1000’lerce model arasından seçim yapabileceğiniz bir yer burası. Biz evimizde bir makine olduğu halde sunumlardan etkilenip bir tane aldık. Bu arada bir marketten aldığımız Lavazza’nın espresso kahvesine de bayıldık. Espresso’nun yanında ya da meşhur tatlı şaraplarının yanında ikram edilen bademli biscotti kurabiyesi “cantucci” tarifi de aşağıda.. Piazza Navona: Roma’nın belki de en meşhur meydanlarından biri olan Navona meydanı’nın bulunduğu yerde daha önce bir Stadyum bulunduğundan meydanın çok düzgün bir oval şekli var. 17. yüzyıl ortalarında Roma’nın pek çok yerinde olduğu gibi papalardan biri meydanın ve etrafının düzenlenmesi işini o dönemin en meşhur sanatçılarından Bernini’ye vermiş. Meydan’ın tam ortasında bulunan Fontana dei Quatro Fiumi (dört nehir çeşmesi) de Bernini tasarımı. Her figür, yapıldığı dönemde (1651’de) dünyanın dört büyük nehri olduğu düşünülen nehirlerden birini temsil etmekte. Afrika kıtasını temsilen Nil Nehri, Avrupa kıtasını temsilen Tuna nehri, Asya kıtasını temsilen Ganj nehri, Amerika kıtasını temsilen de Plate nehri’ni simgeleyen figürler ve bu figürlerin tam ortasında bence aslında oraya pek yakışmamış olan bir Mısır obeliski bulunuyor. Bu meydanın ortası gece gündüz çalışan sokak sanatçıları ile dolu. Eğer bir karikatürünüzü çizdirmek istiyorsanız 10 – 20.- Euro, bir portre çizdirmek istiyorsanız en az 40.- Euro’yo gözden çıkarmalısınız. Meydanın etrafında ise irili ufaklı onlarca cafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanı var. Roma’da rastladığımız en iyi 2 oyuncak mağazasının da bu meydanda olduğunu yazayım ki çocuklu aileler nereye gideceklerini bilsinler. Meydanın hemen etrafındaki restoran ve cafe’ler çok hoş olmakla beraber arka sokaklarda bulunan cafe/restoranların fiyatlarının daha makul olacağını yazmama gerek var mı bilmiyorum..
Piazza Venezia: Kaldığımız evden en kolay otobüs bağlantısı bizi direkt olarak Piazza Venezia’ya getirdiği için neredeyse her gün bu meydandan geçtik. Meydana hakim bir görüntüsü olan Vittorio Emanuele anıtı / kısaca Vittoriano ya da meçhul asker anıtı 19. yüzyılda kurulan italyan birliğinin anısına yapılmış yani aslında Roma’daki en yeni eserlerden biri. Bence anıtı yaptıran yöneticilerin bir tür aşağılık kompleksi varmış ve en büyük eseri yapalım diye ciddi bir çaba harcanmış. Amerikalılar bu anıtla “düğün pastası” diyerek inceden dalga geçerlermiş. Doğrusu anladığım kadarı ile Romalılar da pek sevememişler bu eseri.. Terasına çıkınca (asansöre binmek şart değil bence) hoş bir Roma manzarası var. Bu anıtın en kötü özelliği hemen arkasında yer alan Roma imparatorluğunun kalbi olan Capitoline tepesini görünmez kılması. Bu tepenin adı “dünyanın başı” anlamına gelen “caput mundi” den geliyor ve bugün ingilizcede başkent anlamında kullanılan “capital” kelimesi de bu iki kelimeden türemiş. Bu tepe Roma imparatorluğunun ruhani ve siyasi merkezi olup tepenin hemen arkasından başlayan “Roman Forum” (Antik Roma kenti) kalıntıları ilerideki Colosseum’a kadar devam ediyor. Bu tepenin üzerinde bulunan karşılıklı iki saray binasında daCapitoline müzeleri bulunuyor. Antik heykellere meraklıysanız şehirdeki en iyi müzelerden biri olduğu söyleniyor. Biz buraya girmedik. Bu tepede ayrıca Roma’nın kuruluş hikayesinde bahsi geçen Remus ve Romulus kardeşleri emziren dişi kurt heykelini de görebilirsiniz Ama öyle çok büyük birşey beklemeyin epey küçük bir heykel. Yine Vittoriano’nun gölgesinde kalan bir bina da Santa Maria in Araoceli kilisesi, dik merdivenlerle ulaşılan Roma’nın en eski bazilikalarından biri. Vittoriano anıtının terasından da ulaşılabiliyor. Piazza Venezia’da bulunan Palazzo Venezia bir dönem Mussolini’ye de ev sahipliği yapmış. Şimdilerde ise 15. yüzyıla ait dini eserler, bronzlar, silahlar ve manastır eczanesinden kaplar görebileceğiniz bir müze’ye ev sahipliği yapıyor. Biz girmedik.
Piazza del Popollo: Piazza Venezia’dan başlayan Via del Corso caddesi yaklaşık 3 km boyunca dümdüz devam eden, üzerinde başta İtalyan giyim markaları olmak üzere her türlü markanın mağazalarının bulunduğu bir cadde. Bu caddeyi sonuna kadar yürüdüğünüzde Piazza del Popollo yani “Halk meydanına ulaşıyorsunuz”. Papa lll. Paul (yine bir Papa) tarafından düzenlemesi yaptırılan bu meydan yine oval biçimli ve ortasında da yine bir havuz var. Bu meydanın Roma’nın merkezi olduğu söyleniyor. Meydanın bir ucunda bulunan heybetli giriş kapısı “Porta del Popollo” yine Bernini’nin eseri. Zaten Bernini Roma’nın yarısını inşa etmiş desek yeri var. Barselona için Gaudi neyse Roma için Bernini o demek.
Campo de’Fiori: bu sevimli meydanın ortasında her gün sabahtan öğlene kadar bir sebze meyve pazarı kuruluyor. Civarda orjinal birkaç mağaza da var. Bu bölge şehrin eski işçi mahallesine bağlandığından fazla lüks olmayan bir mahalle ama bence giderek turistikleşiyor. Navona meydanı ile Campo de’Fiori arasında kalan ara sokaklarda kaybolmayı göze alarak dolaşmak çok keyifli. İspanyol Merdivenleri ve Piazza di Spagna: Meydan ve merdivenler adını 17. yüzyıldan beri orada bulunan İspanyol Büyükelçiliğinden alıyor. Bu arada Büyükelçilik demişken ilginç bir bilgi de vereyim, Roma’da pek çok ülkenin iki büyükelçiliği bulunuyor. Biri İtalya için diğer Vatikan için. Vatikan ülkesinin toplam yüzölçümü 1.5 km2 olduğundan bu ülkenin büyükelçilikleri de Roma’da bulunuyor. İspanyol merdivenleri pek çok filmde başrol oyuncularını ağırladığından olsa gerek fazlasıyla(bence çok da görkemli bir halleri yoktu) bir üne kavuşmuş. Merdivenler aslında Pincio tepesinde bulunan Trinita dei Monti kilisesine ulaşmak için yapılmış ve bu kilise Fransızlar tarafından yaptırıldığından İspanya ile bir alakası yok. Merdivenlerin asıl adı da Kilise ile aynı adı taşıyor ama her nedense bu merdivenlerin adı İspanyol merdivenleri olarak kalmış. Merdivenlerin hemen önündeki fıskiyeli Havuz baba Bernini’nin son eseri ve 1598 Noel günü meydana gelen büyük sel felaketinin anısına bir tekne şeklinde tasarlanmış. İspanyol Meydanı Roma’nın en pahalı mülklerinin bulunduğu meydanmış. Zaten etraftaki lüks mağazalardan da anlaşılıyor. Bu meydandan başlayan via Condotti de en lüks markaları birarada bulabileceğiniz bir sokak. Sokağın hemen başlangıcında bulunan “Cafe Greco” İtalya’nın en iyi espresso’sunu yapma iddiasında. Küçücük bir dükkan olduğu ve içerisi tıklım tıklım turistlerle dolu olduğundan biz orada kahve içmeyi tercih etmedik.
Trevi Çeşmesi: Biz dondurmacı San Crispino’yu ararken ara sokakların birinden karşımız çıkıveren bu çeşme’nin Fontana di Trevi olduğunu hemen anladık. Etrafında müthiş bir kalabalık, bir kısım insan çeşmeye para atarak Roma’ya bir daha gelmeyi garantilemeye çalışırken bir kısım da onların fotğrafını çekmeye çalışıyor. İşte burası ancak Trevi çeşmesi olabilirdi. Bir Barok sarayın arka duvarına inşa edilen Çeşme adını o zamanlar bu minik meydana çıkan “3 yoldan alıyor. Tre (üç) Vi ( via yani yol) şimdilerde bu meydana ulaşan yolların sayısı artmış (sanırım 5 olmuş) ama meydan fazla büyük değil ve kalabalıktan dolayı insana sıkıntı veren bir ortam var. Okyanusları ve okyanusun hallerini sembolize eden figürlerle süslü bu Çeşme’yi yine Bernini’nin tasarladığını söylemeye gerek yoktur sanırım..
Trastevere ve Porta Portese bit pazarı: Roma’da bir akdeniz kentinde olduğunuzu en çok hissedeceğiniz bölge aynı zamanda şehrin en iyi restoranlarının da bulunduğu trastevere bölgesidir. Burada her zevke ve her keseye uygun onlarca restoran ve lokanta var. Walkingtours rehberimize akşam için bir restoran tavsiyesi sorduğumuzda da bize tek verdiği cevap “trastevere”ye gitmelisiniz oldu. Bizim Trastevere ile ilk buluşmamız sabahın erken bir saatinde oldu. Çünkü her pazar burada kurulan bit pazarı için erken saatlerde gelinmesi tavsiye ediliyor. Biz de tavsiyelere uyup sabah 7.30’da yollara düştük. Yol üzerindeki bir pastanede yaptığımız bir italyan kahvaltısından sonra (kahve+çörek) bit pazarına ulaştığımızda pek de matah bir pazar olmadığını farkettik. Pazarın büyük bir bölümü aşırı turistik, çoğu çakma olduğu anlaşılan tekstil ürünleri ile bizim bostanlı pazarını andırıyordu. İkinci el eşyaların, kolleksiyon madeni paraların ve hatta oyuncakların satıldığı bölüm ise ne heyecan verici olmaktan çok uzaktı.
Termini: Roma’nın merkez tren istasyonu ve istasyonun bulunduğu bölge. Tren istasyonunun hemen önünde de pek çok otobüs’ün ana durağı var.Civar semtleri yoksulluğun gözle görüldüğü insanın kendini pek de emniyette hissetmediği sokaklarla dolu. Özellikle gece geç saatlerde dolaşmak için pek uygun bir semt değil. Vatikan: Roma şehir merkezi’nin tam karşısında Tiber nehrinin batı kıyısında bulunan Vatikan şehri 1929’da bağımsız bir devlet olmuş. Toplam yüzölçümü 1,5 km2 civarında olan bu devletin kendisine ait bir radyo istasyonu, günlük gazetesi, posta hizmetleri,ve tuhaf giyimli muhafızlardan oluşan bir güvenlik ordusu bulunmakta. Bu arada muhafızların komik kıyafetlerine bakıp onları hafife almayın. Vatikan ülkesinde kurallara uygun olmayan en ufak hamlenizde gözünüzün yaşına bakmayacaklarından emin olabilirsiniz.
Castel Sant’Angelo: Tiber nehrinin üzerindeki melekler köprüsünden Vatikan’a doğru ilerlerken karşınıza çıkan bu heybetli kale kuşatma zamanlarında Papaların kaçmasına olanak sağlayacak şekilde Vatikan’a yeraltı koridorlarıyla bağlıymış. Şimdilerde içerideki zindanları da görebileceğiniz bir müze.
Piazza San Pietro: Muhtemelen sadece Roma’nın değil tüm dünyanın sayılı meydanları arasında yer alan bu meydan da (tabii ki) Bernini tarafından tasarlanmış. San Pietro Katedralinin iki yanından çıkan sütunlardan oluşan sembolik kolları ile tüm dünyayı kucaklaması istenmiş. San Pietro Bazilikasını görmeyi düşünüyorsanız bu meydanda zaten epey vakit geçireceksiniz demektir. Biz öğlen sıcağında yaklaşık 1 saat sıra bekledikten sonra girebildik. Bu arada giriş ücretli değil. Bu bekleyiş sadece gerekli güvenlik önlemlerinden dolayı.
San Pietro Bazilikası: Roma’da görülmesi gereken en önemli kilise sayılan bu kilise Katolik kilisesinin ilk tapınağı. Aziz Peter’in mezarının bulunduğu yere inşa edilmiş. 41,5 metrelik çapı ile Roma’nın en büyük kubbesi olan bu bina aynı zamanda Roma şehir merkezindeki en yüksek bina. Şehrin silüetini bozmamak için bu kiliseden daha yüksek binalar yapılmasına izin verilmiyor. Şehir planlamacılarının, meslek odalarının tüm çırpınışlarına rağmen şehirlerimizin her tarafını dev kulelerle donatan belediyelerimize de buradan seslenmiş olayım.. Bazilikanın iç mimarisi de içinde bulunan eşsiz heykeller de son derece etkileyici ve ne kadar sıra olursa olsun mutlaka görülmesi gereken bir yer. Sağda Michelangelo’nun sadece 24 yaşında tamamladığı “Pieta”sı.
Vatikan müzeleri: Roma gezimiz boyunca yanımızdan hiç ayırmadığımız Alfa yayınlarının “cepte gezi rehberi” vatikan müzeleri için şöyle yazmış: Eğer Roma’nın diğer müzelerinden birinde hayal kırıklığına uğradıysanız bunun nedeni muhtemelen Vatikan’dır. ” Biz de bu nedenle başka herhangi bir müzeye gitmeden önce Vatikan müzelerini görmeye karar verdik. Bilet kuyrukları için yapılan uyarıları dikkate alıp biletimizi www.vatikan.va sitesinden temin ettik. Online rezervasyon için kişi başına ekstra 4.- Euro ödedik (Giriş 15.- + 4.-=19.-) ama müzeye geldiğimizde kalabalığın çok da fazla olmadığını farkettik. Belki de ziyaretçilerini genel olarak internet satışına yönlendirdikleri ve internet biletlerinin girişlerini de belli saat dilimleri ile yaptırdıkları için artık kapıdaki kuyruklar eskisi kadar korkunç değil. Bu nedenle eğer biletinizi önceden alma imkanınız yoksa bile kapıdan bilet almayı deneyebilirsiniz. Sonuçta Vatikan’da gördüklerimizden sonra bir müddet başka bir müzeye gitmeden de yaşayabileceğimize karar verdik. Vatikan müzeleri hakkında bugüne kadar pek çok şey duymuş, kitaplar okumuştum ama doğrusu böyle bir ihtişamı yine de beklemiyordum. Gerçek bir sanatseverin aylarca içeriden çıkmadan yaşayabileceğine eminim. Bizler en merak ettiklerimizi kaçırmamaya dikkat ederek tüm binaları tavaf ederken tüm dünyanın nasıl bir soyguna tabii tutulduğunu da daha iyi anladık. Antik Yunan, Mısır, Aztekler, Afrika ve Anadolu… her yerden eserler göz kamaştırıcı salonlarda sergileniyor. İzmir Selçuk müzesinde gördüğümüz Anadolu’lu Artemis’in bir benzerini de burada gördük. Sergi Salonları aslında aynı zamanda bir zamanlar Papaların yaşadığı saraylar ve bazıları orada yaşamış olan Papa’nın adı ile anılıyor. Papa’lar zamanın ünlü sanatçılarına salonlarının duvar süslemelerini, heykellerini yaptırmışlar ve mesela bugün hala hayranlıkla gezilen “Raphael odaları” ortaya çıkmış. Raphael odalarında başlayan basamaklardan inince de kendinizi Sistine Şapel’inde buluyorsunuz. Fotoğraf çekiminin yasak olması, Sessizlik için sürekli uyaran görevliler ve aşırı kalabalık olmasaydı burada daha uzun zaman geçirmek isterdik. Duvarlar ve tavan aralarında Michelangelo’nun da bulunduğu Rönesans’ın pek çok ünlü ressamı tarafından dekore edilmiş. Bu yapı Papa’nın resmi olarak kendisine ayrılmış şapel’i ve kardinaller meclisinin yeni Papa’yı seçmek için toplandığı yer. Biz resimlere biraz bakmakla yetinip müze kütüphanesinden resimli bir kılavuz almayı uygun gördük. Vatikan için aslında şunu söylemek isterim; Herşey harikaydı ama bana sorarsanız bu “ihtişam” hiçbir “Din”e yakışmıyor!
Pantheon: İşte Roma’da gezdiğimiz yerler arasında açık ara farkla beni en çok etkileyen yapı… Pantheon’la ilk karşılaşmamız yine çok tesadüfi oldu. Ara sokaklarda dolaşırken birden kendimizi bir meydanda bulduk. Ve karşımıza çıkan renksiz taş yapıya dikkatle bakınca buranın Pantheon olduğunu farkettik. Orjinal olarak Pan = Tüm Theon= Dinler yani “tüm dinler”e adanmış bir tapınakken Hırıstiyanlığın kabulü ile Roma’daki tüm tapınaklar gibi burası da bir kilise’ye dönüştürülmüş. Yine de dış duvarlarındaki mermer ve bronz süslemelerin çalınıp başka yerlerde değerlendirilmesi yazgısından Pantheon bile kurtulamamış. . MS.125 yılında imparator Hadrian tarafından yeniden inşa edilen Pantheon çalınmış süslemelerinin dışında aynen korunmuş. Yükesekliği ve çapı eşit(43 mt) olan bu tapınağın hiçbir penceresi yok. Böylece tüm taşıyıcı kolonlar duvarlara gizlenerek içerideki dev alanda hiçbir kolon olmaması sağlanmış. İçeriye ışık girmesi için tavanın tam ortasında 9 mt çapında bir delik bırakılmış. Buraya da herhangi bir koruyucu takılmayarak içerinin havalandırılması da sağlanmış. Yağmurlu günlerde tavandan içeriye yağmur yağıyor ve yağmur sularının da içeriye yayılmaması için zeminde özel delikler ve bir drenaj sistemi yapılmış. Biz yağmurlu bir havada da içeriyi görme fırsatı yakaladık. Çok hoş bir ortamdı. Gerçekten de Vatikan’ın tersine burada bence asıl içerideki sadelik ve doğallık insanı etkiliyor.
Colosseum/ Kolezyum: Roma’nın bu belki de en tanınmış tarihi arenası için kombine biletler satılıyor (Kişi başı 12.- Euro). Colosseum+Roman Forum (Antik Roma kenti kalıntıları) + Palatine tepesi. Yaptığımız küçük bir araştırma sonucunda sabah erken saatlerde gidilirse rezervasyonlu internet bileti almaya gerek olmadığına karar verdik. Gerçekten de sabah 9.30’da sıraya girip yaklaşık 25 dakikada içeriye girdik. Efes, Bergama ya da Aspendos Antik kentlerini ve tiyatrolarını defalerca gezmiş biri için bu yapı o kadar da etkileyici olmayabilir. Ama 2000 yıldır süren bir talana rağmen bu kadarının korunmuş olması bile etkilyici. Restorasyon bazı yerlerde biraz rahatsız edici olsa da onlarca romana ve filme konu olmuş, Roma imparatorluğunun en vahşi eğlencelerinin yapıldığı arenasının içinde olmak, vahşi hayvanlarla gladytörlerin savaştırıldığı alanı görmek insanı etkiliyor. Colosseum adını bir zamanlar yapının ön tarafında bulunan 50 mt uzunluğundaki dev güneş tanrısından alıyor. Ne yazık ki bu heykel artık görülemiyor. Colosseum için satılan biletlerin özelliği iki gün boyunca çok giriş çıkış için geçerli olması. Böylece biz sabahın erken saatlerinde Colosseum’u gezip öğlen sıcağında evimize geri döndük ve öğleden sonra güneş biraz alçaldığında tekrar gelip bu kez yolun karşısından girilen Roman Forum ve Palatine tepesi denilen Antik Roma’nın kalbinin attığı yerleşim bölgesini gezdik. Roma’nın merkezinde dev ağaçların gölgesinde gezebileceğiniz harika bir Antik kent. Biz akşam kapanana kadar kaldık. O saatlerde hem hava daha serindi hem de turist kalabalığı iyice azalmıştı. Ertesi gün için önceden yapılmış “Bio Parco” planımız olmasaydı bir kez daha girip iyice gezmek isterdik çünkü gerçekten çok keyifliydi.
Bio Parco / Hayvanat Bahçesi: Kiraladığımız Evin bulunduğu Lazio bölgesine çok yakın bir konumda bulunan Villa Borghese parkının içinde yer alan “Bio Parco” yani Hayvanat bahçesine gitmeyi çok önceden planlamıştık. Eğer yeterince vaktimiz varsa gittiğimiz şehirlerde hayvanat bahçelerini ya da doğal yaşam parklarını ziyaret etmeyi seviyoruz. Bu kez de yine bizim için hoş bir değişilik oldu. Villa Borghese denilen dev parkın içinde alabildiğine uzanan çimenlerin ve gökyüzüne ulaşmaya çalışan dev ağaçların arasından yürüyerek parka ulaşmak çok keyifliydi. Günlerce içinde olduğumuz vıcık vıcık turist karmaşasından sonra bu sakin parkın içinde dolaşmak hepimizin ruhuna iyi geldi. Borgehese ailesinin yazlığı olarak yapılan bu park bence Roma’nın en dinlendirici alanı. Hayvanat bahçesine gelince; Doğal güzelliği dışında pek fazla özelliği olmayan hatta bazı bölgeleri oldukça bakımsız görünen bu parkın giriş ücreti olarak 12.- Euro alınması bize epey fazla geldi. Yine de neredeyse kapanana kadar içeride gezdik. Kelebek ve böceklerden hoşlananlar ek bir ücretle bu yaratıkların yakından gözlemlendiği bölüme de girebilirler.
Romefreewalkingtour: Geçen yıl Barselona’da denediğimiz Discoverwalks’a benzer bir tur acaba Roma’da da var mıdır diye ararken henüz hazırlık aşamasında www.romefreewalkingtour.com sitesine ulaşmış ve planlarımızı ona göre yapmıştık. Her gün sabah 10.00’da Vatikan turu için ve saat 15.00’te de Colloseum turu için İspanyol merdivenleri’nde buluşuluyor. İngilizceye hakim eğitimli bir yerel rehber o gün kimler geldiyse (herhangi bir rezervasyon ya da kayıt yok) yaklaşık 1,5 – 2 saat süren turu yürüyerek yaptırıyor ve bir yandan da çevrede gördükleriniz hakkında bir sürü şey anlatıyor. Turun sonunda herkes uygun gördüğü bir bahşişi rehbere veriyor. Genellikle 10.- Euro civarı vermek uygun oluyor ama 5.- verenleri de gördük. Ya da hiçbirşey vermemek için turun sonlarına doğru sıvışanlar da oluyormuş 😉 Biz genel olarak memnun kaldık. Normal şartlarda böyle bir tura için 4 kişilik bir aile için bir servet ödemek gerekebilir.
Kahvaltı: Klasik bir İtalyan kahvaltısı bir fincan espresso ya da capuccino eşliğinde yenen tatlı bir çörek ile yapılıyor. Bizim kahvaltıda yediğimiz nefis peynir çeşitleri, salamlar sucuklar vs. onlarda akşam yemeğinden önce şarap eşliğinde yenecek antipasti’leri oluşturuyor. Güne böyle tatlı bir çörekle başlamak istemeyenler için ise tuzlu olarak pizza margaritha var 🙂 Her gün olmasa da en azından bir gün kahvaltınızı bir pastanede çörek ve kahve ile yapın, güne tatlı başlamak insana iyi gelebiliyor.
Pizza: 10 gün boyunca defalarca pizza yediğimiz halde en iyisi hangisiydi diye birşey söylemek çok zor. Hem daha önce gitmiş olan arkadaşlarımızdan hem de rehber kitabımızdan okuduğumuz “Da Bafetto”da tesadüfen boş bir masa bulup oturarak pizza yeme şansına kavuştuk ama bence aslında en güzel pizzalar Forno dedikleri fırınlarda satılan bazen bir bıçakla bazen de makasla (!) sizin istediğiniz boya göre kesip tartarak sattıkları pizzalar. Bu pizzaları isteğinize göre ikiye katlayıp bir sandviç gibi yiyebilirsiniz.
Dondurma: İlk gün dondurmacı “San Crispno”yu ararken önce Trevi Çeşmesine sonra İspanyol merdivenlerine ulaştık.. Sonunda dondurmacıyı bulduğumuzda ise içeride oturarak kocaman bir kup dondurma yemek ve yorgunluktan sızlayan ayaklarımızı biraz olsun dinlendirmek isteğimiz miniminnacık dükkanı görünce suya düştü! Sadece külah ve kap satışı yapıyor olsalar da dondurmaları çok güzeldi. Birkaç gün sonra rehberimizin tavsiyesiyle gittiğimiz Roma’nın “en iyi” dondurması olma iddiasını taşıyan “Giolotti” ise çok daha hoş bir atmosferi olan gerçek bir roma pastanesi. Dondurmalar burada da mükemmeldi. Ama hemen şunu da söylemeliyim ki neredeyse her gün farklı yerlerde dondurma yedik ve hepsi birbirinden güzeldi! Yani en iyiyi bulacağım diye kendinizi heba etmeyin derim..
Pasta / Makarna vs: Ailemizin tüm fertleri birer makana sever olduğundan İtalya’da bol bol pasta (makarna) ve ravioli(mantı) yedik. Hatta tam bir italyan gibi önce şarküteri tabağı arkasından makarna arkasından et yemeği arkasından tatlı ve espresso ile biraz abarttığımız günler de oldu. Makarnayı kesinlikle az pişmiş servis ediyorlar ve bizce böyle çok daha güzel oluyor. Benim en çok beğendiğim Tratevere’de “da Lucia” da yediğim üzerinde Adaçaylı tereyağı gezdirilmiş spagetti idi. Tereyağında Adaçayı yapraklarını hafifçe döndürmek hem makarnalarda hem et yemeklerinde kullanılıyor ve bence ete de çok yakışıyor. Saltimbocca a’la Romana denilen bir et yemekleri var; ben bayıldım.
Espresso: Aynı bizdeki türk kahvesi keyfi gibi İtalyanlar da iyi bir yemekten sonra öğünü mutlaka espresso ile tamamlıyorlar. Kahvenin yanında su da geliyor. Eğer yeterince kabarık bir hesap ödeyecekseniz kahvenin yanında limoncello ya da tatlı bir şarap olan vino liquoroso(şarap likörü) ikram edebiliyorlar. Cappucino ya da türevi sütlü kahveler sadece sabahları içiliyor (hatta aslında sabah bile içilmiyor) ve eğer öğleden sonra yemeğin üstüne capuccino filan isterseniz size uzaylı muamelesi yapabilirler. Yemek haricinde içilen espressoların yanında sıklıkla biscotti denilen kurabiye ile peksimet arası bir tatlı ikram ediliyor. Aşağıda badem ile yapılan bir biscotti olan “cantucci” tarifim var:
Malzemeler:
250 gr un
225 gr şeker
150gr kavrulmamış tatlı badem
2 yumurta 1/2 paket kabartma tozu
1 paket vanilya şekeri 2 Limonun kabuğunun rendesi
Tarif: Yumurta ve şekeri çırpma teli yardımı ile ya da mikser ile iyice çırptıktan sonra bademler hariç kalan malzemeyi(Un, kabartma tozu, vanilya şekeri,limon kabuğu rendesi) ilave edip tahta bir kaşık yardımı ile iyice karıştırın. Bu aşamada çırpma teli kullanamazsınız çünkü hamur ağırlaşacaktır. Hamur homojen bir kıvama gelince kabaca kırdığınız bademleri de ilave edin. Ben kahverengi zarlarını soymadan koyuyorum. Bu şekilde daha lezzetli olduğunu düşünüyorum. Hamur kek hamurundan daha koyu, kurabiye hamurundan daha yumuşak kıvamlı olacak. Şimdi bu hamuru mümkün olduğunca az un ile iki uzun somun haline getirip yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisinde 170 derecede yaklaşık 30 -35 dakika üzerleri hafif kızarana kadar pişirin. Fırından çıkınca çok fazla soğutmadan henüz ılıkken yaklaşık 1 cm kalınlığında dilimler kesin ve bu dilimleri yine yağlı kağıda koyup yaklaşık 10 dak. daha pişirin. Soğuduktan sonra kavanoza koyup aylarca saklayabilirsiniz.